Kemalist proje bir ulus devlet inşa projesidir. Osmanlı’nın son döneminde belirginleşen uluslaşma dinamikleri Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte Mustafa Kemal’in öncülüğünde kapsamlı bir ulus-devlet projesine dönüşür.

Ulus-devlet inşası her şeyden önce tahayyüldür. Düşleyerek kendini kurar, belli bir kimliği dayatır ve bu kimlik insanlar tarafından kabullenildiği ölçüde, ulusa ve devlete aidiyetler kurulur. Ne var ki, ulus-devletin varlığı sadece tahayyüller üzerine bina edilemez. Gerek ulus gerekse devlet inşası aynı zamanda maddi süreçleri de içerir. Binaları, kamusal alanları, meydanları, caddeleri ile ete kemiğe bürünür.

Bu süreç aynı zamanda bir ulusal ekonominin de inşasını gerektirir. Limanlar, kara ve demiryollarının inşası, kapitalist girişimcinin bulunmadığı yerde temel ve girdi malları üreten kamu iktisadi teşebbüslerinin kurulması bir yandan ulusal bir ekonomiyi var ederken, ulus-devlet inşa sürecinin de bir parçası haline gelir.

Cumhuriyet’in kuruluşundan İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar geçen süreye damgasını vuran temel dinamik ulus devlet inşa sürecidir. 1960’lı yıllardan başlayarak belirginleşen sınıf mücadelesi bu sürecin damgasını vuran devlet mantığının karşısına, “halkın” taleplerini koyarak, kazanımlar elde etmiş, bu kazanımlar aracılığıyla ulus devlet projesini yeniden tanımlamıştır.

Atatürk Orman Çiftliği’nin (AOÇ) başlangıcından bugüne geçirdiği dönüşüm bir anlamda sözünü ettiğimiz ulus devlet projesinin bir parçası olarak anlaşılabilir. AOÇ bizzat Atatürk’ün girişimiyle, Ankara’nın kıyısında, bir yandan yeşil alan olarak ama daha da önemlisi azgelişmiş tarıma yol göstermek üzere örnek bir çiftlik olarak kurulmuştur. Burada geliştirilen tarım teknikleri, tohum ve diğer ürünlerin iptidai koşullarda çiftçilik yapan geniş köylü yığınlarına aktarılması hedefleriyle, AOÇ ulus-devletleşme projesinin köylüye dönük yüzüdür.

1930’lu yıllarda Atatürk büyük bir iş haline gelmesi nedeniyle Çiftliği devlete karşılıksız olarak devreder. Atatürk, Çiftliği bağışlamakla birlikte, vasiyeti aracılığıyla AOÇ’un işlev ve kullanımına yönelik koşulları kayıt altına almak ihtiyacı duyar; “Çiftliklerin, yerine göre, araziyi ıslah ve tanzim etmek, muhitlerini güzelleştirmek, halka gezecek eğlenecek ve dinlenecek sıhhi yerler, hilesiz ve nefis gıda maddeleri temin eylemek, bazı yerlerde ihtikârla fiili ve muvaffakiyetli mücadelede bulunmak gibi hizmetleri zikre şayandır bu müesseselerin ziraat usullerini düzeltme, istihalaatı artırma, köyleri kalkındırma yolunda devletçe alınan ve alınacak olan tedbirlerin hüsnü intihap ve inkişafına çok müsait birer amil ve mesnet olacaklarına kani bulunuyorum ve bu kanaatle tasarrufum altındaki bu çiftlikleri bütün tesisat, hayvanat ve demirbaşlarıyla beraber hazineye hediye ediyorum.

1920’li yıllardan başlayarak, hızla gelişen Ankara’nın rant çevrelerinin hedefi haline gelişine bizzat tanıklık eden Atatürk’ün, AOÇ’nin işlev ve kullanımını vasiyetine konu etmesi rastlantı değildir. Böylesi bir alanın sonraki dönemlerde rant çevrelerinin hedefi haline geleceğinin farkındadır.

AOÇ 1970’li yıllardan başlayarak ve günümüze kadar ivme kazanan bir biçimde farklı çevrelerin hedefi haline geldi. Yakın zamana kadar, Atatürk’ün vasiyetinin gölgesinde Çiftlik diğer birçok kamu girişimi ve arazisi gibi, toptan bir satış ya da devre konu edilemedi; ancak geniş arazisi parça parça “tırtıklandı”, küçülmeye başladı ve bütünlüğü bozuldu.

Yakın dönemde AOÇ arazisi Melih Gökçek’in hedefi haline geldi. Sonunda arazinin Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne devri sağlandı. AOÇ’ye yönelik büyük tahribin ilk darbesi araziyi tümüyle parçalayan büyük oto yolların geçirilmesiyle geldi. Ardından gelen “Saray Darbesi” AOÇ arazisinin geniş bir bölümünü duvarlarla çevirip, duvarların içindeki alanın büyük bölümünü de betona dönüştürdü.

Çiftlik arazisinin başına gelenleri önemli ölçüde ‘ulus-devletin başına gelenler’ olarak anlamakta yarar var. Ulus-devlet inşa sürecinin parçası olarak kurulan AOÇ, bugün ulus-devletin aşınmasının parçası olarak geniş ölçüde tahrip edilmiş bulunuyor. Bu sürecin, Cumhuriyet vurgusu yapan ulus-devlet projesinin yerine koymak istediği ‘yeni-Osmanlıcılık’, en somut ifadesini ‘Saray’, ‘küllüye’ vurgularında buluyor.

Sol liberal çevreler bu hesaplaşmada uzun süre yeni-Osmanlıcı projenin yanında saf tuttu. Soyut tartışmalarda bu pozisyonu savunmak görece kolay olabilir. Ancak işin içine somut projeler ve somut mekânlar girince, iş o kadar kolay değil.

İnönü ve Atatürk isimleri ile nitelenmiş kamusal alanları Topçu Kışlası’na, Saray’a, Külliye’ye dönüştürmek siyasal seçkinler katında bir mücadele olarak görülebilir mi? Eğer bütün bu sürecin sonucunda bedel kamusal alanlarını yitiren halk kesimleri tarafından ödeniyorsa, bu mücadeleler halka bedel ödetenlerle halk arasındadır.