Türkiye’de kendisini herhangi bir ideolojik aidiyet üzerinden tarif etmeyen, ezici çoğunluğu örgütsüz, sandığa gittiğinde CHP’ye oy veren, siyasal gidişattan memnun olmayan ama çeşitli nedenlerle bu gidişata genellikle aktif bir şekilde müdahale etmeyen, bunun için özel bir çaba göstermeyen, büyük, geniş bir toplam var. Bu insanların tamamına yakını büyük şehirlerde yaşıyor, eğitimliler, dünyayı, bilim ve teknolojideki gelişmeleri takip ediyorlar, “iyi” ve “düzgün” bir hayat yaşamaya çalışıyorlar, Türkiye’nin “medeni” bir ülke olmasını, “muasır medeniyetler” içerisindeki yerini almasını istiyorlar.

İktidar partisinin on beş yıl boyunca bu toplamı kendi projesine ikna ve dahil edemediğini, kapsamayı beceremediğini, dahası yaptığı icraatların gayet doğru bir şekilde bu toplam tarafından Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığı olarak görüldüğünü biliyoruz. “Atatürkçüler” diye adlandırılan bu insanlar zaman zaman sokakta da boy gösterdiler: Ortaya çıkışları ve talepleri itibariyle aynı eylemlilikler olmasalar da Cumhuriyet Mitingleri’nin de, Gezi Direnişi’nin de tabanları açık bir şekilde aynıydı. Benzer bir şekilde, 7 Haziran seçimlerinde ve 16 Nisan Referandumu’nda da “Atatürkçüler” belirleyici faktörü oluşturdu, iktidarı zor duruma düşüren seçim sonuçlarını bu insanların sandıktaki tercihleri belirledi.

Demek ki “Atatürkçüler” bir yandan siyasetin içindeler ama öte yandan da değiller, siyasete katılmalarının ve müdahil olmalarının hem ülkeden hem de kendilerinden kaynaklanan sınırlılıkları, kısıtları var. Örgütlü değiller, siyasete ilgileri istikrarlı değil ve radikalleşmeye açık oldukları halde radikal değiller. Her şeyden önce, bu geniş toplamın siyasete bakışını belirleyen temel olgunun Atatürk sevgisi olduğunu ve bu sevginin büyük ölçüde politik içerikten ve bilinçten yoksun, romantik, nostaljik ve tepkisel bir karakter taşıdığını söyleyebiliriz. Hal böyle olunca, Atatürk’e ve Cumhuriyet’e yönelik geniş kapsamlı ve planlı programlı saldırıya karşı tepkilerini de bu romantizm ve nostalji belirliyor, çoğu zaman hakikate gözlerini kapatıyorlar, hakikatle yüzleşmekten kaçınıyorlar.

Bu kaçışın en iyi örneklerini ise daha önceki yazılarımda da değindiğim gibi en çok “ulusal gün ve bayramlar”da görüyoruz, hâlâ birtakım kutlamalar, hâlâ kutlanacak bir Cumhuriyet varmışçasına davranmalar, hâlâ 1923 paradigması geçerliymiş gibi yapmalar… Burada gerçek bir politik tavır da gerçek bir politik eylem de yok. İktidar devasa bayrak taşıma rekorlarından da, bilmem kaç kişi bir araya gelip Atatürk koreografisi yapılmasından da ciddi bir rahatsızlık duymuyor, çünkü tüm bu içeriksiz ve bağlamsız tavır ve eylemler, Atatürk figürünü ve Atatürkçülüğü apolitize etmeye hizmet ediyor, onu tarihsel bağlamından kopartıyor ve iktidara alternatif bir projenin parçası olmasını da engelliyor.

İktidar aynı şekilde bu insanların siyasal bilinçlerinin Sözcü gazetesi manşetleri, Halk TV programları ya da Yılmaz Özdil yazıları üzerinden belirlenmesinden de rahatsız olmuyor, çünkü burada gerçek bir politik program yok, gerçek bir yol haritası yok, bütünlüklü bakış yok, örgütlenme, bir araya gelme ve değiştirme, dönüştürme iradesi yok. Tüm o manşetler, programlar, yazılar sadece öfke ve tepkiyi manipüle ediyor, geçici bir boşalma ve rahatlama hissi yaratıyor ama o kadar, hepsi bu.

Açık olan ise şu: Bu geniş toplamın, bu memleketin gidişatından rahatsız olan ve kaygı duyan bu insanların, bu gidişatın değişmesi için siyasete dâhil olması, bir politik programı takip etmesi, alternatif bir iktidar ve siyaset projesinin parçası olması bir zorunluluk teşkil ediyor. Üstelik bunu yaparken iktidardaki sağın alternatifinin başka bir sağcılık olmadığının bilincine varması ve çıkışın Cumhuriyet değerleriyle sol değerlerin buluşmasından geçtiğini fark etmesi gerekiyor. Ülkenin buraya gelmesindeki esas rolün ülkeyi 70 yıldır yöneten sağ iktidarlar olduğunun, dinselleşme projesinin bu iktidarlardan kaynaklandığının, mevcut iktidarın da dinselleşme, despotizm ve piyasacılığın bir bileşiminin taşıyıcılığını yaptığının görülmesi artık bir zorunluluk.

Piyasacılığa karşı kamucu bir ekonomi modeli, gelir dağılımında adalet, sendikalı ve güvenceli çalışma, insanca bir yaşamın asgari şartları, gericiliğe karşı radikal bir laiklik siyaseti, despotizme karşı temel hak ve hürriyetlerin garantiye alındığı, demokratik katılımcı bir anayasal düzen, Kürt sorununda siyasal çözümü ve iç barışı tesis, bir arada yaşama iradesi, dış politikada maceracılık ve emperyalizme bağımlılık yerine, gerçekçi ve bağımsız bir perspektif…

Bunlar ilk elde akla gelenler, bunlar gidişata müdahil olacak bir politik programı dillendirmek ve bunun üzerinde bir araya gelmek için ilk sıraya yazılabilecekler, birini diğerinden ayırmanın mümkün olmadığı, bütünlüklü bir bakış açısının genişletilmeye açık unsurları. Kendine “Atatürkçü” diyenlerden “Ne yapmalı” sorusunu soranlar böyle bir gündemin parçası olmalılar, aynı soruyu soran solcular da, bu geniş toplamı nasıl politik bir mücadelenin parçası haline getirecekleri üzerine kafa yormalılar. Türkiye her şeyin mümkün olduğu bir karmaşa dönemine doğru hızla ilerlerken, o gidişata hazır olmak, yan yana gelmek, örgütlü ve güçlü olmak gerekiyor çünkü.