Diyanet, 30 Ağustos hutbesinde Mustafa Kemal Atatürk’ün ismini sansürleyip anmayınca, ortalık karıştı. Dolayısıyla haklı tepkilere yol açtı.

Fakat gösterilen tepkilerin çoğu, Diyanet’in kurumsal varlığının, toplumsal barışın ve laik düzen ile laik siyasetin kurumsallaşmasına engel olduğunu pek konuşmadı.

Kimi Kemalist yazarlar koro halinde sadece Diyanet İşleri Başkanı’nı hedef aldı. Ama o hutbeyi yazanların beslendiği siyasal İslamcı ideolojiyi sorgulamadılar.

Diyanet’in sadece “Kuran ve Sünnet” doğrultusunda mezhepçi ve laiklik karşıtı bir odak olarak, Cumhuriyet devrimi, Cumhuriyet, demokrasi, evrensel hukuk ve laiklik karşısında; hilafet anlayışı, ümmet bilinci ve siyasal İslamcılığı besleyen, büyüten çabalarına ve hedeflerine dair tek laf etmedi.

Sadece “neden Atatürk’ün adını anmadınız, hakkımızı helal etmiyoruz” dediler. Diyanet zaten yıllarca Atatürk’ü istismar ederek siyasal İslamcılığı beslemedi mi?

Diyanet’in laiklik karşıtı konumu ile Osmanlıdan beri süregelen şeyhülislamcılığın günümüzdeki devamı değil mi?

Devletin ideolojik aygıtı, din bürokrasi, din bütçesi ve din eğitimi eliyle din ve dindar üreten, inanç özgürlüğü ve laiklik karşıtı faaliyetlerini neden yıllardır görmezden gelip tek laf etmediniz!

Yılmaz Özdil gibi Diyanetin mezhepçi varlığını savunup, “İslamcı Ali Erbaş” yerine “laik imam” Börekçizade Rıfat gibi imamları önererek mi laiklik gelecek?

Yani her siyasal rejim, kendi döneminde, bu mezhepçi kurumu, kendi siyasal ve İslamcı hedeflerinin ideolojik ve teolojik kurumu olarak savundu.

Diyanet’in varlığını savunan iki akım var; biri Diyanet’i Osmanlı’da olduğu gibi şeyhülislamcılık üzerinden ulemanın vesayetine dayandırmak, hilafeti, ümmetin birliğini ve siyasal İslamcılığı canlandırmak istiyor.

İkinci akım ise; Diyanetin varlığını ve dinin devlet tekelinde kalmasını savunuyor. Bunun da cemaatlerin ve tarikatların büyümesini engelleyeceğine inanıyor. Oysa bu gerekçenin yanlışlığı ortada. Memleket cemaatler ve tarikatlar cumhuriyetine dönüştü!

Elbette gerçek anlamda laikliği savunan, Cumhuriyetin demokratikleştirilmesinden yana olan, Atatürk’ün hedeflediği “kimsesizlerin kimsesi cumhuriyet” olabilmesi için, diyanetin kaldırılmasını, kamu bütçesinden dinin finansmanının sonlandırılmasını talep eden ve bunun mücadelesini veren azımsanmayacak kesim de var. Aleviler de bu mücadelenin başında yer alıyor.

Diyanetin “İslamcı imamına” karşı, “laik imamı” savunmanın yerine, imamsız ve diyanetsiz demokratik, laik bir cumhuriyet devleti savunmayı akıl etmezler! Laik diyanet olmaz! Diyanetli devlet de laik olmaz.

Hilafetin kaldırılmasının ardından yetkileri sınırlanmış şekilde, onun yerine kurulan Diyanet, hatta o dönemler bütçesi bile olmayan bu kurum, bir geçiş döneminin ihtiyacı gibi sunulmuş olsa da, Atatürk’ün “Bir gün gelecek, ben hayal zannettiğiniz bütün inkılâpları başaracağım. Mensup olduğum millet bana inanacaktır. Saltanat yıkılmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalı” hedefi, maalesef yine bu “İslamcı imam” ve “laik imam” eksenine sıkışmış, yanlış tarih ve siyaset okuması ve resmi tarih anlayışına sıkıştırıldığından kesintiye uğramıştır. İhtiyaç olmaktan çıkan Diyanet, aksine devasa bir ulema vesayetine dayalı merkez halini almıştır.

Ama bugün “Diyanet laiklik karşıtı kurumdur ve kaldırılmalıdır” diyenlere, Atatürk istismarına sığınarak cevap veren bu iki akım da, ideolojik ve teolojik ortodokslukta birleşiyor!

Diyanet; “Kanunu Atatürk çıkarttı, değiştirse o değiştirirdi” diyor.

Kimi Kemalistler ise; dinin devlet elinde ve denetiminde yaşanması için Atatürk’ün kurduğu Diyanet’in “laik imamlar” ile yaşatılmasını doğru buluyor.

Sonuçta her iki akım da özellikle 1947’den itibaren birbirini besleyen bu argümanlara sığınıp, devlet eliyle mezhepçiliğin, dinin laiklik ve eşitlik karşıtı kamu kurumu olarak kurumsallaşmasına ve siyasal İslamcılığın güçlenmesine su taşıdılar.

Bugün ise gelinen noktada ise, beslenmiş kurum, kendisini kuran Atatürk’ü sansürler hale gelmiştir.