Şimdiii... Ben gazeteci değilim,

Şimdiii...

Ben gazeteci değilim, gazete okuruyum. Hasbelkader bu gazetede de köşe yazısı yazıyorum, o kadar. Hatta bu yazıyı bir okur mektubu olarak dahi okuyabilirsiniz.
Gazetecilik deontolojisi (meslek ahlakı) hakkındaki bilgileri öğretim üyesi, yani bu işin hocası, arkadaşım Doğan Tılıç’tan öğrendim (ne kadar ciddiyim bakın, “Lütfü” bile demiyorum). Elbette işin teorisini o iyi bilir; bu konuda onun lafının üstüne laf söyleyemem. Doğan iki gün önce “ayakkabı eylemimiz” üzerine eleştirel bir yazı kaleme aldı; “gazete okuru” kimliğimle, bazı değerlendirmelerini ikna edici bulduğumu söyleyemem.
Maksadım hır çıkarmak değil. Zaten Doğan da sonuç olarak şöyle diyordu: “IMF başkanına pabuç fırlatan eylemciyi anlar ve selamlarım, ama ‘pabuç fırlatmayı’ bir gazetecilik faaliyeti olarak görmeyi ne anlayabilir, ne de kabul edebilirim!”
Eh böyle deyince de, yine okur kimliğimle kendimi köşe yazarımızla uzlaşmış hissedebiliyorum! Çünkü Selçuk Özbek kardeşimizin kendisi de gururla söylüyor, bu eylemi bir devrimci olarak, ÖDP-Gençlik Muhalefeti faaliyeti olarak gerçekleştirdiğini…
Demek ki? Teori gridir hayat ağacı yeşildir.
Suimisal elbette misal olmaz… Gazetecilik kimliğiyle ihale kotarılması falan filan bir kenara… Bir de yegâne referansları yeşil dolar olanlar var… Cengiz Çandar, geçen gün demokratikleşme konusunda, aslında lafız olarak güzel şeyler derken, bilinçaltındaki baklayı çıkarmıştı: “Abdullah Gül’ü dinlerken aklıma Amerikan paralarının üzerinde yazılı, Amerika Birleşik Devletleri’nin ulusal armasındaki Latince sözcükler geldi: ‘E Pluribus Unum’. ‘Birlik içinde çokluk’ anlamında.”  Çerçi yükünü çağırır ya… Elinin altında her zaman dolar varsa her tür benzetmeni elbette onunla yaparsın! Peki, IMF başkanı konuşurken, cüzdanında bırakın doları kapik olma ihtimali dahi kesinlikle yoksa ve ayağındaki pabuçtan başka şeyin de yoksa? İster gazeteci, ister tapu memuru, ister otoparkçı; ne olursan ol, aklına gelen ilk şey ne olur?
Yani demem şu ki, her şeyin (özgürlüğün dahi!) dolara endeksli olduğu böyle bir ortamda biraz çubuğu bükmek de lazım...
Bilir misiniz, Türkiye’de yayımlanan ilk karikatür matbuat üzerinedir. 1867 yılında yayımlanan bu karikatürde Karagöz ve Hacivat bir dairenin ortasında elleri zincirli halde resmedilmişlerdir. Altında şu yazı vardır: “Matbuat kanun dairesinde serbesttir (Basın yasa sınırlarında özgürdür).”  Şimdiki Türkiye’de durum 1867 yılından pek farklı değildir; çünkü gerçekten özgür gazeteci genelde hâlâ yoktur (BirGün vb gazeteciliği istisnadır), gazetecilik ancak kanunların çizdiği çerçevede özgürdür. Sadece kanunların da değil; holding kurallarının, yeşil dolarların, zülfü yar’ların, sayın sayabildiğiniz kadar “lar”ların…
Türkiye’de “en baba” gazetecinin bile gazetecilik deontolojisinden önce sıralamaya sabır yetmez malum-“lar”larıyla elleri kolları bağlı değil midir? Bu zincirleri şu ya da bu biçimde kırmak lazım değil midir? Teori ağacını yeşillendirmek amacıyla…
Peki bir insan yaptığı işi nasıl ispatlayabilir? “Pastanın ispatı onun yenilebilmesidir.” IMF başkanı mutlaka pasta da yemiştir, ama teğet geçtiğinden ayakkabıyı kafasına yiyememiştir. Yine de Selçuk’un “yaptığı işin” ispatı, işte, şekilde görüldüğü gibi: Ayakkabısıdır! Selçuk “işini” yapmıştır. Sonra gazetesine gelip “gazetecilik işine” devam etmiştir. BirGün gibi bir gazetenin gazetecisidir, dolayısıyla işten filan atılmamıştır.
Başka bir gazetede olsa derhal işten atılmaz mıydı? Kesinlikle atılırdı. Gazeteciliğe aykırı bir kimse olduğu için değil, IMF karşıtı eylem yaptığı için!
1990 başlarında Demokrat dergisini çıkarırken o zaman da gazetecilik ilkelerini tavizsiz savunan bir arkadaşıma “Ateş Altında” filminden söz etmiştim. (1979 yılında Nikaragua’da Sandinist gerillaların faşist Somoza’ya karşı isyanlarının son günleri… Gerillaların lideri öldürülmüştür, ancak ölümü duyulduğu takdirde isyanın yenilgiye uğrama ihtimali vardır. Filmin kahramanı Amerikalı savaş muhabiri, gazetecilik ilkelerine sımsıkı bağlı bir gazetecidir. Yine de isyanın başarısı uğruna, gerilla liderinin canlıymış gibi fotoğrafını çekerek, hayatta olduğunu ispatlayan bir “haber” yapar ve isyanın başarıya ulaşmasına katkıda bulunur.)  Şimdi kendisi epey ünlü ve başarılı bir gazeteci olan arkadaşım o vakit şöyle demişti: “Ateş Altında gibi bir mücadeleyi yaratın, o zaman düşünürüz be hocam!” Belki de haklıydı...
Yani? Doğan Tılıç da öğretim üyesi kimliğiyle teorik olarak haklı olabilir... Peki Selçuk? Teoriye biraz yeşillik katmıştır, ortalığı şenlendirmiştir, devrimciliği güzelleştirmiştir ve dolayısıyla o da yerden göğe kadar, göğsümüzü kabartacak kadar haklıdır!