Ya zaman ayırıp çaba göstereceğiz ya da bizi yetiştiren Cumhuriyet “tüm yeşillikleriyle” yok olacak. Ormanlarımızın yangını sönse bile içimizdeki öfke ateşini söndürmeyelim.

Ateşiniz hiç sönmesin!

Yalın Gündüz - @yalin.edebiyat

O günü unutmayın. Geçtiğimiz ay Akdeniz ve Ege kıyılarında çıkan orman yangınları karşısında duyduğumuz çaresizliği unutmayın. Televizyon ve sosyal medyada elimizden bir şey gelmez halde izlemeye mahkûm kaldığımız alevlere müdahale edilememesine olan öfkemizi hatırlayın. Nasıl çaresiz hissettiğimizi, her yangın görüntüsüne içimizin nasıl burkulduğunu unutmayın. O öfke kıvılcımını bugün bile bir nebze olsun hâlâ hissedebiliyor musunuz?

Sigmund Freud, 20. yüzyıl başında psikanalitik kuramını kurarken öfke ve saldırganlık duygularının yaşamsal önemini göz önünde bulundurmuştu.
Mitolojiden, edebiyattan ve felsefeden beslenen “yaşam ve ölüm dürtüsü“ kavramlarını ortaya atmış, kuramlarının merkezine cinsel yaşam enerjimiz libidoyu oturtmuştu. Yaşamımızı devam ettirme ve üreme isteklerimize Eros adını veren Freud, onun tam karşısına yıkıcı, sonlandırıcı Thanatos’u koymuştu. Freud’a göre saldırganlık içeren, riskli ve yıkıma götüren güdülerimizin kaynağı içimizdeki bu ölüm dürtüsüydü.

Freud’un Yunan mitolojisinden ödünç aldığı ölüm tanrısı Thanatos gibi, benzer bir mitolojik simgeselliği olan savaş tanrısı Ares’e getirmek istiyorum sözü. Roma uygarlığına Mars olarak geçen Ares, mitolojide her türlü kavganın ve öfkenin simgesi olmuş, astronomi öncesi dönemdeki çatışmalar, anlaşmazlıklar, düşünce ayrılıkları ve savaşlarda hep Mars’ın izi aranmıştır. Mars’ın bu ani parlayan öfke vurgusuna yüzyıllar boyunca eril bir anlam atfedilmiş, daha geniş bir bakış açısıyla Mars yaşam savaşımlarımızın, oldurma arzularımızın mitolojik temsilcisi olmuştur.

Freud’dan çok öncesine gittiğimizde ise 14. yüzyıl düşünürü İbn-i Haldun‘un toplulukların arasındaki bağlılığı “asabiyye” kavramıyla tanımladığına ulaşırız. İbn-i Haldun’a göre bir birliği oluşturan kişilerin uyuşması, dayanışması, ortak karar verebilmesi ve örgütlenmesi için birbirlerine asabiyye ile bağlı olmaları gerekir; bu sayede topluluk saldırıya uğradığında bireyler saldırı kendilerine yapılmış gibi öfke duyacaklardır. Günümüzde kullanılan asabiyet kavramının öfkelilik anlamına evrilmesi zaman içinde olmuşsa da, bu kavramın isim babası İbn-i Haldun’dur.

Ülkemiz gündemi de kalp atışımızı anbean hızlandıran bu yaşam mücadelemiz üzerinden değerlendirilmeli: Televizyon ve sosyal medyada karşılaştığımızda yarattığı öfke ile bizi daha da kutuplaşmaya götüren, öte yandan sadece ah vah ederek, söylenerek, lanet okuyarak, en iyi ihtimalle de haberi kınayarak kendi sosyal medya sayfamızda paylaştığımızda ertesi gün saman alevi gibi sönmüş olan öfkemizden, Mars enerjimizden bahsediyorum.

Tecavüzler, kadın cinayetleri, yangınlar arasından başımızı kaldırıp soralım: Aramızda Cumhuriyet’e olan borcunu ödediğini düşünen var mı? Laik eğitimlerimizi, kadınların yerinin Medeni Kanun’la değerli kılındığı, içine doğduğumuz ailelerimizi, nitelikli bir yaşam şansını elde ettiğimiz sanat ve kültür ile olan ilişkimizi modern Türkiye’ye borçluyuz hepimiz. Ahmet Taner Kışlalı’nın “Bu ülkeye borcumuz var“ diye yola çıkıp canıyla ödediği bu borç, sosyal medyada paylaşım yaparak, “Ben olanlardan duyduğum rahatsızlığı ifade etmek için elimden geleni yaptım, daha ne yapabilirim ki?” diye düşünerek ödenmiyor.

Freud, libidomuzdan yükselen yaşam enerjisi Eros’un karşıtı olarak Mars’ı değil, Thanatos’u seçmiş olsa da, içimizdeki öfkeyi ve yıkım enerjisini Mars’a benzer bir simgesellikle betimlemekte. Ve biliyoruz ki yaşamda libido ne kadar önemliyse, doğru değerlendirilen bir öfke de o kadar yaşamsal. Yangınlardan duyulan öfkeyi inkâr etmek, bastırmak yerine, onu akıllıca, kapsamlı, hatta sanatsal ve estetik olarak kullanmak gerekiyor; çünkü Freud’un kuramında libido kadar saldırganlık da önemli bir iç kaynak.

O halde içimizdeki Mars’ı nasıl kullanmalı, Thanatos’un gücüyle nasıl yapıcı olunmalı? Bunun en güzel yolu, iletişimin, entelektüel zekânın tanrısı Hermes‘i, yani Roma mitolojisindeki tanrı Mercurius’u işe koşmak. Öfkemizi, karşı koyuşumuzu, akıllıca kullanmak, onun içsel enerjisini sıkı sıkı tutup kapsamlı ve estetik bir halde dış dünyaya yeniden salmak. Hermes’imizden Şair Metin Eloğlu’nun kendi sevgilisinden arzuladıklarını istiyoruz bir bakıma:

“Beni ne yap biliyor musun? / Beni yont, beni arıt, beni ayıkla.“

İşte bu nedenle, geçtiğimiz ay içimizde başlayan yangını sakın söndürmeyelim. Seçim zamanı gelmeden bir partiye aktif destek olalım, sivil toplum örgütlerine katılalım, en olmadı onlara bağış yapalım. “Zamanım yok,” bir bahane sadece. Dünyanın neresinde yaşıyor olursak olalım Anadolu’da bir kız çocuğu okutarak bir fidan büyütmek, eğitim gönüllüsü derneklere destek olmak her zaman mümkün. Türkiye’nin geleceği hakkında karar mekanizmalarına doğrudan etki yollarının tıkanmış olduğunu hissettiğimizde bile içimizdeki kıvılcımın sönmesine izin vermeyelim, asabiyemizi yüksek tutalım. Bu adımları atalım ki çocuklarımız büyüdüğünde, “Cumhuriyet için, kadının toplumdaki yeri için, iklim sorunları için, benim geleceğim için, ne yaptın?” derlerse onlara verecek bir cevabımız olsun. Ya zaman ayırıp çaba göstereceğiz ya da bizi yetiştiren Cumhuriyet “tüm yeşillikleriyle” yok olacak. O yüzden ormanlarımızın yangını sönse bile içimizdeki öfke ateşini söndürmeyelim, yanmaya, kor vermeye devam etsin. Sosyal medyada gelişigüzel harcamayalım o ateşi, akıl yoluyla kullanabileceğimiz, kapsamlı bir hale evirebileceğimiz doğurgan bir kıvamda tutalım. Tek birimizin bile yüreğinde o kıvılcım yanıyorsa elden ele büyütüp yeniden canlandıralım, büyütelim harını; çünkü o ateş sönmedikçe hepimizin aydınlık bir gelecek şansı var hâlâ.