Sovyetler Birliği’nin dağılıp reel sosyalizmin çözülmesinin ardından liberaller “tarihin sonu”nu ilan etmekte gecikmemişlerdi: Artık ideolojik kamplaşmalar ve kavgalar sona ermişti, liberalizm ve piyasa ekonomisi zafer kazanmıştı, bundan sonra tüm insanlığı kalkınma, refah ve barış bekliyordu vesaire.

Bunun böyle olmadığı, kapitalizm ve yarattığı eşitsizlikler devam ettiği sürece insanların tümü içi geçerli bir refahın da, gezegen ölçeğinde geçerli bir barışın da mümkün olamayacağı çok geçmeden görüldü, sosyalizmin yokluğunda gelir adaletsizliği giderek daha da derinleşti, savaş ve çatışmalar dünyanın çok daha fazla bölgesine yayıldı.

Sosyalist bir blokun var olmadığı günümüz dünyasında devletler arasında bir ideolojik kamplaşma ve kavga yok ama küresel egemenlik mücadelesi bütün şiddetiyle devam ediyor, kapitalist blokla sosyalist blok arasındaki Soğuk Savaş bitti ama bugün “yeni Soğuk Savaş” olarak adlandırılan bir süreçten geçiyoruz ve günümüz küresel egemenlik mücadelesine damgasını vuran kutuplaşmanın Atlantik ekseniyle Avrasya ekseni arasında olduğunu söyleyebiliyoruz. Bir yanda başını ABD ve Batı dünyasının çektiği, başat emperyalist güç olan Atlantik güçleri, öte yanda ise Çin, Rusya, İran gibi ülkelerden müteşekkil Avrasya güçleri var.

Böyle bir model kurmak, ne Atlantik Bloku’nun yani başat emperyalist güçlerin kendi aralarındaki çelişkileri, ne de Avrasya Bloku ülkelerinin IMF ya da NATO benzeri kurumsallıkları yaratacak ortak aklı oluşturmak konusunda yaşadığı güçlükleri görmezden gelmeyi gerektiriyor. Bütün çelişkilerine rağmen Atlantik Bloku’nun ortak akla dayalı kurumsal yapısı daha güçlüyken ve bu blok emperyalist merkezi teşkil ederken, Avrasya ekseninin daha esnek ve konjonktürel bir müttefikliğe dayalı olduğunu ve ilkine göre daha zayıf bir nitelik taşıdığını görebiliyoruz.

Ayrıca şunu da unutmamak gerekiyor, başat emperyalist ülkelerin Atlantik ekseninde yer alması, Avrasya eksenindeki ülkelerin eşitlikçi düzenler kurdukları anlamına gelmiyor, bu ülkelerde de esas olarak kapitalist üretim ilişkileri ve sömürü mekanizmaları hâkim. Dolayısıyla bu iki kutup arasındaki mücadeleyi, emperyalizmle anti-emperyalist güçler arasındaki bir mücadele olarak okumamak gerekiyor; ancak Avrasya ekseni başat emperyalist ülkelerle daha çok karşı karşıya geldikçe ve güç mücadelesi kızıştıkça, emperyalist sistemde daha çok tahribat ortaya çıkıyor, sistemin işleyiş mekanizmalarında ciddi sıkışmalar yaşanıyor ve bunu önemsemek gerekiyor.

Bugün bu iki eksen arasındaki mücadele, Çin’in İpek Yolu projesinden tutun da Suriye’deki ya da Ukrayna’daki vekâlet savaşına, petrol boru hatlarının nerelerden geçeceğinden tutun da ABD’de Trump’ın seçilmesine kadar uzanan bir genişlikte devam ediyor ve elbette ki bu mücadelenin kaçınılmaz bir şekilde Türkiye’ye de yansımaları oluyor, Atlantik-Avrasya kutuplaşmasının Türkiye siyaseti üzerinde de belirleyici bir etkisi bulunuyor.

Türkiye Soğuk Savaş’la birlikte, yani 1946’dan itibaren Atlantik ekseninin sadık üyelerinden biri oldu hep. IMF, Dünya Bankası ve NATO üyelikleri, Sovyetler Birliği düşmanlığı ve anti-komünizm, Amerikan üsleri, AB süreci, Batı sermayesi ile kurulan ilişkiler, bunların hepsi Türkiye yönetici sınıfının Atlantik ekseniyle kurduğu ilişkinin birer tezahürüydü. Milli Görüş gömleğini çıkartıp iktidara gelen iktidar partisi de bu ilişkiyi devam ettirdi: Irak işgaline ortak olmaya çalıştı, Afganistan işgalinde etkin bir görev aldı, “Arap Baharı”nda taşeronluk rolüne soyundu, IMF-Dünya Bankası programlarını harfiyen uyguladı, dahası ve belki de en önemlisi, o dönemki gayri resmi koalisyon ortağı Cemaat’le birlikte, Ergenekon-Balyoz operasyonlarıyla Türkiye’de devlet içi ve dışında yer alan Avrasya yönelimli/ulusalcı güçleri tasfiye etti. Evet, Ergenekon’un da Balyoz’un da uluslararası bağlamında Atlantik-Avrasya mücadelesi vardı, bu operasyonlar Atlantikçi operasyonlardı.

Bugün ise son derece ironik bir şekilde, o operasyonlara maruz kalan ve Silivri’ye gönderilenlerin bir kısmı, iktidar partisinin Türkiye’yi Avrasya eksenine taşıdığı iddiasıyla bir tür koltuk değnekliğine soyunmuş durumdalar. Rusya’dan S-400 alımı, Rakka Operasyonu ya da İran Genelkurmay Başkanı’nın Türkiye ziyareti gibi birtakım fenomenler üzerinden Atlantik ekseniyle bağların koparıldığı ve Avrasya eksenine geçildiği gibi son derece yüzeysel ve kolaycı analizler havada uçuşuyor ki bunların hepsinin safsata olduğunu açıkça belirtmek gerekiyor.

Safsata, çünkü meta üretim zincirine, ortaklık ilişkilerine, ihracat-ithalat rakamlarına baktığımızda Türkiye kapitalizminin göbekten Atlantik eksenine, yani başat emperyalist güçlere bağımlı olduğunu görüyoruz. Bunun dışında, Türkiye küresel kapitalizmin mali, iktisadi ve askeri kurumlarının birer üyesi ve bunlarla herhangi bir derdi yok, ordusu NATO ordusu, istihbarat örgütü ABD istihbaratı ile iç içe vs.

İki yıl önce uçağını düşürdükleri Rusya ile yakınlaşma Batı karşısındaki yalnızlığı telafi için bulunmuş konjonktürel bir çözüm, altı ay önce Trump’ın gönlünü çelmek için “Acem emperyalizmi” yaftasını vurdukları ve Lübnan’da, Suriye’de, Irak’ta hala karşı karşıya oldukları İran’la yakınlaşmanın temelinde anti-Kürt jeopolitik var, “dünyanın fabrikası” Çin’le zaten her ülke yakınlaşmaya çalışıyor.

Tüm bunların gerisinde ise “ulusal çıkar” falan değil, “kişisel çıkar” bulunuyor; kişiselleşmiş iktidar günü kurtarabilmek ve ömrünü uzatabilmek için, hiçbir şekilde ilkesel ya da planlı programlı olmayan, bütünüyle pragmatizme dayalı taktik hamleler yapıyor. Söz konusu olan Türkiye’nin çıkarları değil, bu kişiselleşmiş iktidarın çıkarları ve burada ne Avrasya eksenine kayma ne de anti-emperyalizm var. Söz konusu olan bütün kurumsal yapısı çökertilmiş ve kaderi tek adamın kaderine bağlanmış bir devlet aygıtını, buna dayalı bir rejimi ayakta tutmak için emperyalizmle yeni pazarlık kozları elde etmeye çalışmak ve bunu “milli mücadele”, “beka mücadesi” vs. diye soslayıp topluma sunmak. “Benden sonrası tufan” diyen bu anlayışın bedelini ise tüm ülke ödüyor ve ödemeye devam edecek maalesef.