Boş, çorak, dümdüz bir araziydi. Birkaç ağaç, tek tük ev, çalı çırpı... Güzeldi ama... Pırıl pırıl bir denize komşuydu. O zamanlar, İstanbul boğazına kadar betona batmamış, yüzü gözü kirlenmemiş, henüz nefesi kesilmemişti. Bakirdi. Toprak, onu sevip besleyecek çocuklarını bekliyordu. Anadolu’dan gelen kimsesiz ya da yoksul Ermeni çocuklarına yuva olacaktı. Hrant Dink’in “Atlantis Uygarlığımız” dediği cennet işte burada kurulacaktı.

50’li yıllarda Gedikpaşa Ermeni Kilisesi’nin alt katı çocuklar için yetimhane olarak kullanılıyordu. İncirdibi Protestan İlkokulu’na gidiyorlar, kendilerine uzatılan umutlu geleceğe sımsıkı tutunuyorlardı. Kiminin gidecek bir ailesi ya da yola çıkacak parası yoktu. O yüzden kış bitmiş, yaz gelmiş fark etmezdi. Kilisenin bahçesinden başka zaman geçirecek bir yer yoktu. Ancak, yıllar sonra, Tuzla’nın o çorak toprağında bir hayat yeşerecek; yetimhanenin minik ameleleri Kamp Armen’in temelini atacaktı.

Arazi, 62 yılında kilise vakfı tarafından kamp yapılmak üzere sahibinden satın alındı. Tapu alınmış, toprak kilise adına tescil edilmişti. O yaz, aralarında Hrant’ın da olduğu, 30 kadar ilkokul çocuğu, bir kalfa gözetiminde inşaata başladı. Çadırlarda kalıyor, sabahtan akşama kadar tulumbadan su çekip, 500 metre ötedeki deniz kıyısından taş ve kum taşıyorlardı. Kazdılar, kazdılar, kazdılar. Çırpı kollarıyla yeni bir dünya kurdular. Her yaz daha çok sevdiler, her yaz daha da yeşerdi toprak. Hrant’ın “yorgunluktan geceleri uykuda altımıza işerdik” diye anlattığı bir çalışmayla çocuklar kampı üç yılda bitirdi.

Görenleri imrendiren bir vahaydı artık orası. Ahırı, kümesi vardı. Peynir, yoğurt yapıp, sebze meyve yetiştiriyorlardı. Ders çalışıyorlar, oyun oynuyorlar, denize giriyorlar, hayvanlara bakıyorlar, toprağı suluyorlardı. Üretiyorlar, paylaşıyorlar, doğaya verdiklerinin karşılığını misliyle alıyorlardı. Mis kokulu birer çiçektiler. Mutluydular. Hrant’la Rakel orada tanıştı. Birlikte büyüdüler. Orada evlendiler. Kardeşliği de, sevdayı da orada öğrendiler; ellerinin emeğini gözlerinin nuruna katıp çoğalttılar. Sonra? Sonrası, Türkiye klişesi. Bok et ve yok et!

79 yılında, Vakıflar Genel Müdürlüğü mahkemeye başvurarak, kilise vakfına ait tapunun iptal edilmesini ve arazinin eski sahibine geri verilmesini istedi. Dört yıl süren davanın sonunda, Sait Durmaz, 62 yılında sattığı çorak araziyi, üzerindeki kamp binası ve bakımlı bahçesiyle, bedelsiz geri aldı. Vakfın malı çalındı, binlerce çocuk evinden oldu. Neymiş, azınlık kurumları yer satın alma hakkına sahip değilmiş! Ama devlet, çocukların emeğinin üzerine oturma hakkına sahipmiş. Bunu iyi anladık. Yargıtay’ın, 87’de yerel mahkemenin kararını onaylamasından sonra, arazi birkaç kez el değiştirdi. Ancak kimsenin aklına orayı yeniden bir yuva yapmak gelmedi. Bugün terk edilmiş halde, çünkü devlete göre, Ermeni çocuklarının olmasın da ne olursa olsun. Yıkılsın, çöksün, bitsin, gitsin!

İade başvuruları reddedilen vakfın arazisine villa yapmak için başlatılan yıkımı durduran onlarca insan 5 Mayıs’tan beri kampta nöbet tutuyor. Çocuk emeğine, tarihe, toplumsal hafızaya balyoz indirmek isteyenlere karşı başlatılmış bir direniş bu. Gedikpaşa Ermeni İlkokulu’nun yerinde artık otopark var. Bugün de Kamp Armen’in kapısında, o sıska sırtlarında çimento çuvalları taşıyan çocukların Atlantis’ini yıkmak isteyen dozerler...

Dün çaldığını bugün sahibine bağışlayacağını söylemek, en kibar tabirle kurnazlık. Azınlık vakıf mallarının iadesi veya tazmini konusunda Türkiye, imza attığı uluslararası sözleşmelerin yükümlülüğünü yerine getirmeli ve Kamp Armen gibi, gasp edilen bütün mallar asıl sahiplerine şartsız şurtsuz iade edilmeli. Hrant ve Rakel Dink’in emaneti; yoksulluğunu, kimsesizliğini unutan 1500 çocuğun alın teri; tarihimiz, gerçeğimiz, yuvamız... yıkılmasın.

*Kamp Armen Dayanışması, Ermeni halkının adalet mücadelesine destek için bugün herkesi İstanbul’da saat 19:30’da Tünel’den Galatasaray’a, Ankara’da ise Yüksel Caddesi’ne yürümeye çağırıyor.