Atların büyüsünü sanatsal külte dönüştüren bir sanatçı Fevzi Karakoç. Hiçbir at figürü duruk değil sanki. Hız ve ritim var resimlerinde.

Atlar ve imgenin ötesi

İBRAHİM KARAOĞLU

Güneşli bir bahar günüydü ama karlar Alpler’in eteklerine kadar uzanıyordu hâlâ. Salzach Nehri’nin rıhtımından kentin eski bölgesine doğru yürüyüp tarihi evlerin bulunduğu dar sokakları geçerken bir Ortaçağ masalının içinde dolanıyordum sanki ve Getreidegasse Sokağı No: 9’a geldiğimde Mozart’ın doğduğu evin önündeydim. Onun Salzburg’taki yaşamını yansıtan eşyaların sahiciliğinden ve müze evin aurasından etkilenip öyle bir büyülendim ki az sonra Jean-Baptiste Greuze’nin yaptığı Mozart portresi canlanıverecek sandım.

Salzburg benim için hem Mozart hem de Oskar Kokoschka demek. Müze gezisini bitirip Cafe Mozart’ta melange kahvesi içerken Kokoschka’nın “Görme Okulu” geldi aklıma. Evet, bir “Görme Okulu” Salzburg Yaz Akademisi. Kokoschka kurmuş. Dünyanın elli ülkesinden gelen sanatçıların yaratıcı bir buluşma alanı. Kokoschka öğrencilerine “onları ressam olarak yetiştirmek değil, sanatın ne olduğuna dair gözlerini açmak” için kurmuş akademiyi. Başlangıçta yalnızca resim varmış. Zamanla heykel, grafik, mimari, moda, tasarım, performans, sahne tasarımı ve fotoğrafçılık eklenmiş. Katılımcılar bu özerk oluşum içerisinde güncel söylemler ve sanat dünyası hakkındaki bilgilerini geliştiriyorlar. Yeni görme biçimleri üzerinden sanatsal üretimlerini çeşitlendiriyorlar. Çok başarılı olan sanatçılara “Salzburg Şehri Onur Ödülü” veriliyor. Tam da bu ödülün önemi üzerine düşünürken sanatçı Fevzi Karakoç’u anımsadım. 1979’da Salzburg Yaz Akademisi’ne katılıp önemli bir yapıtıyla “Salzburg Şehri Onur Ödülü”nü alan sanatçımız Karakoç ve ülkemden binlerce kilometre uzakta, çok sevdiğim bir sanatçımızın bu kadim kentin ödülüyle onurlandırılmasının sevincini yaşadım.

Ülkemizde en çok at izlekli resimler yapan sanatçılarımızdan biri Karakoç. Küratörlüğünü Marcus Graf’in üstlendiği, “İmgenin Ötesi” isimli son sergisini İstanbul Atlı Spor Kulübü’nde açtığında, onun en temel izleği at üzerine düşünürken anımsadım Salzburg anılarını. Sanatta at izleği çok önemli: Uzun bir geçmişin, kadim bir yoldaşlığın ilişkisidir atla insanın yoldaşlığı. İlk evcilleştirilen sadık bir hayvan at. Güçlü, içten bağlılığı ve hiç bitimsiz acı çekme yeteneği belki de insanları ata yakınlaştıran... Av, tarım, ticaret, göç ve savaş durumlarında; atın sonsuz özverisi üzerinden ölümüne kadar sürüyor bu ilişki. Hızlı, çevik, güçlü, özverili, duyarlı bir hayvan at. Üretim, yolculuk ve savaş zamanlarında sayısız rollerle insanların yanında olmuş ve insanın uzun öyküsüne en erken katılmış ender hayvanlardan biri.

Hoşluğu, inceliği, soyluluğu, kendine özgü biçim ve güzelliğiyle büyüleyici, görkemli bir algı yarattığı için tarih öncesinden bu yana sanatın en önemli izleklerinden biri olmuş. Sanatçı ve at arasındaki ilişkinin odağında yer almış at izleği ve imgesi. Tüm zamanların sanatında en yaygın biçimde yer almış at. Figürleri, her sanat akımının yapıtlarına girmiş. Kimi biçimler rengin optik etkilerini çok daha güçlendirir; at figürleri de böyledir. Özgürlüğü de çağrıştırır at. Hiç binicisiz koşan atların görüngüsü özgürlüğün imgelerini, simgelerini yansıtır.

Hani, dünyanın pek çok kentinde (özellikle Avrupa’da), kralların atın sırtını taht makamı gibi gösteren heykelleri vardır: Egemenliklerini en güçlü ve en görkemli bir biçimde yansıtarak; korku ve saygı oluşturmak, itaat ve güveni sağlayarak otoritelerini sürdürmek için yaptırdıkları heykeller. Önemli bir sanattır da bunlar ama hiç sevmeyiz aslında onları. Sembolik anlamlarıyla günümüze süstür artık onlar. Ama bunların dışındaki at heykelleri ve resimleri en yaygın sanat yapıtlarındandır. Sanat tarihi boyunca sayısız at figürü ikonik değerler sunar.

Atların büyüsünü sanatsal külte dönüştüren bir sanatçı Fevzi Karakoç. Hiçbir at figürü duruk değil sanki. Hız ve ritim var resimlerinde. Sonsuz bir uzamda koşan bacakları bükülmüş atlar çok eskil bir zamanın akışını duyumsatıyor sanki. Atın dinamizmini, ona olan tutkusunu dışavurumcu bir tavırla yansıtarak, at motifleriyle yüklü imgelerle dolduruyor resmini. Atın asilliğini, zarafetini, gücünü, gerilimini duyumsatıyor.

Kültürümüzün en arkaik yapısındaki dinamik bir unsur olan atı, günümüz sanatını şekillendiren bir imge olarak yeni görme biçimleriyle sunuyor. Dünden bugüne kalan saklı imgelerin kabuğunu soyarak yeni sanatsal gerçeklikler kuran bir yönelimi yansıtıyor yapıtlarında. Her bir yapıtında kendini yeniden deneyen ve her bir resmini yeni bir renk ve imge varsıllığıyla oluşturan bir sanatçı Fevzi Karakoç.

Unuttuğumuz uzaklara kendi atlarıyla yolcu bir ressam. Estetik bilincinin sınırlarını, yeniyi arayarak genişletirken dünün kültür kalıtlarına dönüyor yüzünü. Yaşadığı sınırsız arayışta, akıp giden zaman hep aynı iklimden geçiyor; atların ikliminden. Uzamdaki boşluğu insanla ve atla tanımlayan figürler, aynı iklimde soluklanıyor.

Erişilmez uzakları atla yakınlaştıran, kendi yükünü atla uzağa taşıyan insanın serüvenini sezdiriyor resimleri.

Eskil zamanların imgelerini, unutulmuş sözcüklere yeni anlamlar yükleyen bir ozanın titizliğiyle yüklüyor yapıtlarına. Eski yazıtların, yontuların tozunu silerek, çok uzaklara bakarak; toplumsal belleğimizi, efsaneleri sorguluyor. En uzaklardaki yüzümüzü, düşlerimizi yüzleştiriyor bizimle.

Yıllar önce Karakoç’un resimlerini okuyan Murathan Mungan, “Hem bir başlarına tarihleri var, hem topluca okunmalarından bir tarih ortaya çıkıyor. Bulunmuş tabletler gibiler; yan yana sıralanmaları ve okunmaları gerekiyor. Topluca okunmaları… Bunun için buradalar. Hem kendi içinde hem de birbirleriyle olmalarından, birbirlerini izlemelerinden ortaya çıkan hikâyenin kat ettiği süreçten okunmaları” diyordu. Ben de bugüne kadar okuduğum Fevzi Karakoç resimlerinde, hep birbirini bütünleyen buluntuların gizemini yaşadım. Eski zaman masallarından gün ışığı düşüyor her bir resmine. Her resmindeki masal iklimi bir diğeriyle dolaşık... İnsanın yaşamla, geçmişiyle ilişkisindeki bastırılmış saklı tutsaklığı çevreleyen bir iklimde şekilleniyor her bir resim. Eski metaforların döngüsünde bir duruş var figürlerinde. Tekil olanın ekseninde, bir döngü şekillendiriyor figürleri. Çoğulun içinde sesini yitirmiş ve en eski yalnızlığını hiç unutmayan susuk duruşlu figürler, yalın bir fondan öne doğru yontusal bir devinimle sıçrıyorlar. Bu yalınlık ve figürlerin tekilliği belki de kirletildiğimiz yaşam süreçlerinden arınmayı okutuyor bize. Yalın, tekil duruşların sancısı, yüzeyde oluşan girdap hep dibe çekiyor bizi. Karakoç’un resimlerindeki atlar ve insanlar, step ıssızlığında bir büyük yalnızlığı yaşıyorlar gibi. Ortak bir serüvenin sarmallaştırdığı toplumsal bilinçaltımızın gizli tarihindeki kodlandıkları yerdeler hep ama tekiller… İlle de tekilleşme sürecinin anlam evrenini sorguluyor sanki Karakoç. Resimlerindeki genel izlek, kendini arayan ve sonunda kendine ulaşan insanın resimsel şiirleriyle örüyor iç anlamını.