Survivor’da kalmak, izleyiciden oy almak, “hayatta kalmak (!)” için her şey meşru. Ünlü ya da ünsüz “yemek” ödülü kazananların aç kalanlara edebildiği laflara bakınca insanlığınızdan utanıyorsunuz

Atları da Vururlar’dan Survivor’a: Kapitalizm ekranlarda “yırtma” umudu satıyor

TÜREY KÖSE

Atları da Vururlar filminin o müthiş final sahnesi unutulur mu? 1930’lar Amerika’sında yaşanan büyük ekonomik bunalım yıllarında bir grup yarışmacı ödüllü bir dans maratonu için pisttedir. Üstte kocaman bir disko topu döner, aşağıda onlarca umutsuz insan aç, susuz, yorgun günlerce ayakta kalmaya çalışır. Arada verilen çok kısa molalar dışında yarışma haftalarca hatta aylarca sürecek, en son ayakta kalan çift yarışmayı kazanacaktır. Aralarında hamile bir kadın bile vardır. Arkasında Holloywood düşleri ve intihar girişimleri olan Jane Fonda’nın oynadığı kadın karakter, film yönetmeni olma hayalleri kuran bir genç adamla maratona katılmıştır. Sahnede şikeci, vahşi sunucu sürekli manipülasyon yapar. Filmin sonunda umutlar tükenir, Jane Fonda partnerine “Final sahnesinde yanımda bulun” der, sonra da elindeki tabancayı uzatır, adam ateş eder. Polis “neden” diye sorduğunda “O istedi. Atları da vururlar, değil mi” karşılığını verir. Ve şov devam eder, sunucu sahnede kalan son çiftleri “Bu gençler hâlâ savaşıyor. Maraton sürdükçe sürüyor” diye coşturmaya çalışır…

Atları da Vururlar edebiyattan sinemaya uyarlanan belki de çok az sayıda başarılı film örneğinden biri. Horace McCoy’un romanı 1969’da Sydney Pollacak tarafından sinemaya uyarlanmış. Atları da Vururlar’da pistteki insanların -yarış değil- ölüm kalım savaşı radyodan canlı yayınlanır. Pollacak’ın filminin üzerinden 47 yıl geçti. Maraton sürdükçe sürüyor. Şov dünyanın her yerinde ve elbette Türkiye’de de. Şu farkla ki; artık radyodan değil, televizyonlardan canlı yayınlanıyor. Üstelik artık şova herşey dahil; eş bulma, giyim kuşam, şarkıcı olma düşleri, hatta çocukların sahne hayalleri. Kapitalizm reality şovlardan “yırtma” umudu satmaya devam ediyor, “ünlü” olmak vaadiyle birlikte. Üsttelik artık sadece “en alttakiler”e değil, daha yukarılarda olanlara da…

Survivor adasına kaçmak!

Acun Ilıcalı artık bir televizyon patronu ve Türkiye’nin eğlence hayatına o hükmediyor. Survivor, Pop Star, O Ses Çocuklar, Yetenek Sizsiniz, İşte Benim Stilim. Memlekette katliamlar olurken, Survivor ratingleri ne çok tartışılmıştı. İnsanlar sokaktaki hayatta kalma mücadelesine değil, ekrandakine kilitlenmişti. Büyük toplumsal depresyonların yaşandığı dönemlerde bu tür kaçışlar şaşırtıcı olmamalı belki de. Katliam, saldırı, acı haberlerine dayanabilme sınırları zorlanan insanların gerçek dünyanın dışına/Survivor adasına kaçmalarını anlamaya çalışmak gerekir. Ayrıca, Robinson Crusoe hikâyeleri her zaman ilgi çeker, ıssız bir adada hayatta kalma mücadelesi izleyiciyi yakalar. Survivor formatı 1992’de İngiliz televizyon yapımcısı Charlie Parsons tarafından oluşturulmuş, o gün bugündür dünyanın her yerinde bu tür yarışmalar yapılıyor. Tamam yarışmalara ilgi anlaşılır, ancak anlayış sınırlarımızı zorlayan Survivor yarışmacıları arasındaki ilişkiler. İnsan gerçekten hayret ediyor ve hatta dehşete düşüyor! Bir zamanlar “sportmence” yarış diye bir kavram vardı. Şimdi bu programlara bir göz atınca; sokaklardaki vahşeti de, kutuplaşmayı da anlamak mümkün gibi geliyor.

Programda kalmak, izleyiciden oy almak, “hayatta kalmak (!)” için her şey meşru. Ünlü ya da ünsüz “yemek” ödülü kazananların aç kalanlara edebildiği laflara bakınca insanlığınızdan utanıyorsunuz. Müthiş bir beceri gerektirmeyen, örneğin seramikleri kırmak gibi bir yarışı kazanınca birbirlerine yaptıkları el hareketlerine, attıkları vahşi çığlıklara anlam vermek olanaksız. Entrika, taktik ve diğer numaralara hiç girmiyoruz. İnsanların vahşi doğada hayatta kalmak için mücadele ettiği zamanlar taklit ediliyor. Oysa kapitalizmin bile artık “vahşi” yüzünü biraz “sosyal devlet” gibi makyajlarla kapatma zorunluluğu hissetiğini anımsamadan edemiyor insan. Keşke biraz da içlerindeki vahşiyi değil, doğayla ve doğada yaşayan tüm canlılarla uyum içinde yaşayan “insanı” ortaya çıkarmayı deneselerdi.

Hadi orası insanların yarıştığı, açlığa karşı mücadele verdiği Survivor adası, ya İşte Benim Stilim gibi yarışmalara ne demeli? Alt tarafı “Senin kıyafetin mi daha güzel, uyumlu yoksa benimki mi”, “Sen mi şıksın, ben mi” içerikli bir yarışta bile birbirine düşen, ağza alınmayacak sözler söyleyebilen genç kadınları görünce insan gerçekten dehşete düşüyor. Bu gençler ne ara bu kadar kaba, bu kadar zalim oldular!

Acun Ilıcalı yıllarca dünyanın çeşitli plajlarında güzel bikinili kadınlarla az İngilizce ile ya da “İtalyancayı bilmiyorum ama önemli değil, gözlerin konuşuyor” benzeri diyaloglarla memleket halkını eğlendirdi. O eğlenceler şimdi ne kadar masum kalıyor. Acun sınıf atladı, plajlardan özel adalara terfi etti. Birçok iş yapar program formatını Türkiye’ye getirdi. Keşke hep “Acun firarda” kalsaydı da bazı rating şampiyonu programlarını görmez olaydık.

Modern zamanların gladyatörleri

Hayatın vahşiliği sanata da ilham veriyor, patronlara da. Ankara Devlet Tiyatrosu bu sezon Jordi Galceran’ın Grönholm Metodu’nu sahneliyor. Bu metodla kapitalist patronlar eleman alırken yalnızca zeki, çalışkan, kurnaz, becerikli değil, aynı zamanda rakipleri harcama, gerekirse yok etme yeteneğini ölçüyor. Patronlar “O...pu çocuğuna benzeyen iyi birini değil, iyi birine benzeyen o...pu çocuğu” arıyor. Oyunda bir yandan kahkahalar atıyorsunuz, öte yandan “işi almak” isteyen kadın ve erkeklerin insanlıkta nereye kadar inebildiklerini ibretle izliyorsunuz.

Suzanne Collins de Açlık Oyunları’nda bu yarış şovunun nereye kadar gidebileceğini göstermişti. Distopik romanlar, hayattan ilham alıyor ve modern zaman gladyatörlerinin sahnede olduğu hayat giderek karanlık bir “distopya”ya dönüşüyor. Oysa, ütopyasız yaşanır mı? Neyse ki, dünyamızda sadece “Survivor” adaları ve yarışçıları yok. Gezi direnişi günlerinde “daha güzel bir dünya” hayalleri büyüten dayanışmacı güzel çocuklar ve onların ütopya adaları da var...