Yıkım yerine, çatlaklardaki, boşluklardaki özgürleştirici momentlerin izini sürene hâlâ avangart denilebilir mi? Bizim artık yıkıcı avangartlara, öncülere değil, hep arada duran örücülere ihtiyacımız var

Avangart değil badigart aranıyor

Her yerde yıkım var ve her yerde ölüm. “Terörün ve kaosun mimarları” iş başında. Yıkımdan besleniyorlar sadece ve varoluşları yıkıma bağlı. Yeryüzünü, bedenleri iliklerine dek sömürüyorlar, posalarını çıkarana dek. Nükleer santrallar gibi: önce toplumu atomlarına ayrıştırıyorlar, sonra da atomları çekirdeklerine ve parçalıyorlar; açığa çıkan enerjiyle semirdikçe semirdiler. Her yerde yıkım araçları, her yerde buldozerler.

Yıkımdan beslenmek

1960’larda avangartlar da fırçalarını terk ettiklerinde buldozerlere sarılmış ve doğanın içinde, araziye biçim vererek yapıtlar üretmişlerdi. Arazi sanatçısı Robert Smithson da fırça yerine buldozer kullananlardan. Buldozerler, her yerdeler; yıkımın araçları. Evleri yıkılıyor insanların başlarına; toplumsal ve doğal bağlar, ağlar parçalanıyor; yürekler paramparça. Yıkıntılar arasında dolaşıyoruz; yüzler harabeye dönmüş. Yıkımın mimarlarıysa sırtlarını Picasso’nun avangart mottosuna dayamış, yüreğimize su serpiyorlar: “Her yaratıcı hareket, öncesinde bir yıkımla başlar.” Yıkım hiç biter mi? Yıkımdan besleniyorlar. Ve hâlâ sanatta avangarttan medet umanlara şaşıyorum. En avangardın iktidar olduğu bir dönemde sanatçı avangart yıkımı savunabilir mi? Fenerbahçe’deki bir inşaat şirketinin, Picasso’nun mottosunu aşırdığını daha önce de yazmıştım. Araziyi çevirdiği tahta perdenin üzerine bu sloganı yerleştirmiş, altında da sanatçının imzası. Ve fotoğraflayıp yazıda kullandıktan sonra Facebook’taki bazı devrimci sitelerin bu fotoğrafı yazıdan bağımsız olarak kullandıklarını gördüm. Ve inşaat şirketinin bu avangart mottosunu beğenen ve paylaşan devrimciler vardı. Kapitalizmin tersten bir “détournement” gerçekleştirdiğini fark edemediler. Sitüasyonistlerin egemen kapitalist kültürel kodları tersine çevirme, saptırma yöntemini şimdi iktidar avangartlara uyguluyor ve “terörün ve kaosun mimarları”nın tuzağına düşüyoruz.

Parlak yüzeyli nesneler üretmek

Düştüğümüz durumu tanımlayan, yine bir avangart olmuştur, Marcel Duchamp: “Yeni-Dadacılar benim hazır-nesnelerimde güzellik buluyorlar! Pisuarı ve şişeliği meydan okumak için suratlarına fırlatmıştım, oysa onlar estetik açıdan övüyorlar bunları.” Yıkımdan beslenen hazır-yapım TOKİ konutlarını estetik açıdan övüyoruz şimdi.

Duchamp’ın ardından gelen avangartlar, hazır-nesneleri bir tür nesne fetişizmine vardırmış ve bıkkınlık veren nesne enstalasyonu, enflasyonuna yol açmışlardır. İktidar da parlak yüzeyli nesnelerle oyalıyor bizi. Bir zamanların “eksik olan halkı çağıran” sanat anlayışı yerini, mevcut halk için üretilen sanata bıraktığında, mevcut nesneleri yeniden üretmeye koyulan sanatçı da içini yitirmiş ve bir yüzeye dönüşmüştür. Bugün sanatçının, dış dünyayı içine alarak demleyecek ve buradan kendi yapıtını üretecek bir içi, karanlık odası var mı? Herkes gibi imge bombardımanı, yıkım altında yaşayan sanatçı, yine herkes gibi bu imgeleri içine almama, parlak yüzeyinden kaydırma stratejisi geliştirerek sadece parlak yüzeyli nesneler üretmekle yetiniyor ve her ne kadar eleştirel gözükse de mevcut nesneler düzenine yeni nesneler ekliyor sadece. En eleştirel, yıkıcı hâli bile iktidarın yıkım projesiyle birlikte işliyor ve yeni rantlar üretmek üzere yıkımı merkeze taşıyan iktidar gibi avangart da yıkıma, kendini merkeze taşıyacak bir araç olarak bakıyor.

Sanat eleştirmeni Hal Foster, eski avangart fikrine bağlı kalsa da bu kavramı yeniden tanımlamak ve güncellemek gereği duymuş: “Verili düzende zaten var olan çatlakların izini sürme, bunlara daha da baskı bindirme, hatta bunları bir şekilde harekete geçirme” (‘Yeni Kötü Günler’, Koç Üniversitesi). Oysa yıkım yerine, çatlaklardaki, boşluklardaki özgürleştirici momentlerin izini sürene hâlâ avangart denilebilir mi? Bizim artık yıkıcı avangartlara, öncülere değil, hep arada duran örücülere ihtiyacımız var; Paul Klee’nin dediği gibi, “henüz eksik olan bir halkı çağıran”lara, delikleri örenlere; çatlaklara yerleşip özgürlükçü ilişkiler ağı örecek sanatçılara; bedenleri koruyup kollayacak ve çoğaltacak, kudretlendirecek, aralarındaki bağları pekiştirecek, çatlaklarda yeşeren özgürlük mekânlarını savunacak ‘bodyguard’lara. Yıkım çağında bedenleri koruyup kollamak gerekiyor.