Bir evceğizimiz var yazlıkta… Küçüklüğü neden sorun olsun; ağaçlar yeşillikler içindeyiz ve de karşıda yukarlardan Homeros baba üfleyip duruyor İda’dan(Kaz dağları) bizim buraya deniz kıyısına, mis gibi bir hava… Bahçede komşularla söyleşirken az ilerde bir adam beliriyor ve bana: “Hadi, seni götürmeye geldim” diyor elleriyle kelepçe yaparak. Eh, bu da bir şaşırtı (sürpriz) olmaz, alıştık.  Her vatandaş bu konuda şerbetli artık, korku morku hak getire; çünkü biliyorsun ki, senin de tutuklanıp götürülmen her an olası, gündelik işlerden… “Neden? Suçum ne?” desem, seni götürmeye gelen ne bilsin, o aracı-görevli… “Gir hele içeri, gerisini sonra düşünürüz…” der yukarısı. Sen suçumu kanıtlayacağına, ben suçsuz olduğumu kanıtlayana dek ölebilme özgürlüğümle çırpınıp dururum, K. gibi… Kafka çıkamamış da bu işin içinden sen mi çıkacaksın!?  Dava’da tutuklanır ya K.; yaşamı boyunca ne için ve kimler yanınca suçlandığını, nedenselliklerini arayadura koşturur davasının ardından, bilinmez ellerce infaz edilene dek… Ancak bu, Kafka’nın adamlarından birine benzemiyor ve bir yerlerden gözüm ısırıyor ve de sırıttı sırıtacak dudak kıpırdanımlarından bunun bir tanıdık  olduğu anlaşılıyor. Benim bunu algıladığımı kavrayınca da “Bilemedin mi,” diyor, “Mustafa, avcı Mustafa…”  Beni götürmeye, derken “ava” demek istiyormuş, biraz yürek oynaması(heyecan) karagüldürülü şakasıyla. Bak sen, av sanırken kendimi, avlayan olucam ha…” “Nerelerdesin? Yıllardır görüşmüyoruz, unutturdun yüzünü…” diyorum. “Hadi,” diyor, “yürü. Güre Kavurmacılar’ın üstünde bir yer aldım ki sorma; zeytinler içinde, görürsen ayrılmazsın oradan, bir de kulübe yaptım. Domuzlar önünden geçiyor, istediğine atarsın…”  Söyleşirken dalıyoruz geçmişe… Bizim oraya evleri onarmaya gelirdi Mustafa; tanışıklık oradan, iyi bir marangozdu. Ayrıca yaman bir avcı kendisi. Dağları karış karış bilir. Domuz nerden gelir nereye gider tüm ayrıntılarıyla… Birkaç kez ava gitmişliğim var Mustafa’yla, hepsi de o. Hayvanların benden kaçmasına neden yok gerçekte. Gözlerim bozuk. Şuraya atarım, oraya gider kurşun… Benim derdim domuzun eti. Birileri vursun biz de yararlanalım. Hele yaban domuzu! Sıkı mı sıkıdır eti, bir gram yağ yoktur. Yemesi zordur ama. Bekletecek, dinlendireceksin, işlemleri var…                                                               Bizim ufaklık, o zaman daha tam ufaklık, 10 yaşlarında falan… Almışız ellerimize poşetleri, bizi gören şaşkın; Kaz dağlarında boş poşetlerle bir adamla bir çocuk ne ola? Ne mi ola canım? Siz domuzları vura, biz de onların güzel parçalarını alıp, afiyetle, ma-ma… “Ufaklık bir gülmüştü ki sorma Mustafa,” diyorum… ”He, ben de vardım ya…” Oğlanın canı çıktıydı o gece, yürü babam yürü. Gün ağarmaya yakın, dimdik indik bir tarlaya. Toprak alt üst olmuş. “Buraya traktör nasıl girmiş,” diye soruyorum usulcana. Mustafa da fısıldıyor kulağıma: “Yok, domuzlar yapıyor o işi; meyve sebze yerler…”  “Vay canına!”  Yine susturuyor bizi Mustafa, geleceğimiz yere gelmişiz çünkü. Domuzun şakası yok. Belli ki bizi en güvenli yere yerleştiriyor; gerilerde bir ağacın arkasına… “Burada duracaksınız, çıt çıkarmadan” diyor, “Önünden geçerse de, ateş…”  Biz bekleyedururken, biraz sonra pat pat… Ardından bağrışmalar… Çıkıyoruz olduğumuz yerden. Dört domuz vurulmuş, biri de az ötemizde yatıyor. Avcılar yavaş yavaş çekilmeye başlıyor, domuz orada öyle duruyor… Mustafa’ya diyorum ki “Aman etme iki gözüm, biz bunun için geldik.  Şunu bir parçalasanız da şöyle güzel bonfilesinden alıp gitsek …”  Başlıyor aralarında kavga. Domuz, yasak günah… Diyor ki biri “günahı onun üzerine, al şu bıçağı...” Öteki diyor ki, “yok ben elimi süremem, çarpılarım ya…”  “Mustafa,” diyorum,” millet aç, evlere et girmiyor, al sana et, hem de kralı…”  “Bak abi,” diyor, “aslında ne biliyon mu… Geçenlerde, şu ikisi var ya, duydum…”  “Ne?”  “Şöyle konuşuyorlardı aralarında: ‘Hadi, ikimiz de yiyem, ama kimseye söylemiyem’… Sonra gülüyor, anımsıyoruz: birbirlerine küfrede ede nasıl yaban domuzunu parçaladıklarını ve bizim de poşetleri tıka basa nasıl doldurduğumuzu…  “E, çok zaman geçti Zafer abi…” diyor. “Senin bir filmini izledim televizyonda, çok harikaydı… Ne, gişeli bir şeydi… Artık ava gelmiyorsun, kanallarda boy gösteriyorsun…”  Bir de ben takılayım şuna: “Sen artık sanatçıları falan çağırma ava.”  “Neden?”  “Belli mi olur dağda; orman, yabanıl yaşam, kim kimi vurur ne olur…”  Üstüne alınıyor: “Nasıl laf o abi…” diyor. Haklı; salak sulak konuştum, şakayı kaka yaptım… “Kusura bakma!” diyorum. “Allah sanatçıları korusun” diyor… “Amin!” diyorum; yani, lafın gelişi… 

Not: Haftaya: Domuzcu Mustafa (Ekmekçi)… Bu yazıyı anımsamadan okumayın…