Bunca toz duman arasında koskoca bir festival güme gidiyor ve doğrusu ben buna üzülüyorum. Evet, 3. Avrasya Film Festivali bu yıl çok başarılı bir seneyi geride bıraktı ve kimse bundan söz etmiyor

Bunca toz duman arasında koskoca bir festival güme gidiyor ve doğrusu ben buna üzülüyorum. Evet, 3. Avrasya Film Festivali bu yıl çok başarılı bir seneyi geride bıraktı ve kimse bundan söz etmiyor. Antalya'da, Altın Portakal Film Festivali'yle eşzamanlı yapılan festivalden söz ediyorum ki eminim böyle bir festivalin varlığından bile haberdar olmayanlar var.

Tatsız çok şey oldu ve bu tatsızlıklar herkes gibi beni de rahatsız etti. Altın Portakal'da ön jüri bu şekilde örgütlenmemeliydi, insanlar birbirleriyle konuşarak, toplu halde filmleri seyrederek karar vermeliydi ve Ümit Ünal gibi bir yönetmenin filmi yarışmada olmalıydı. Bu konuda yazı yazan, Ümit Ünal'a söz hakkı veren gazeteciler cezalandırılmaya kalkılmamalıydı. Yine festivalde vuku bulan meşhur kavgayı gazetelerine yansıtan yazarlar dava edilmemeliydi. Eğer yazılanlarda sorunlar, yanlışlar varsa bu yine aynı gazetelerle diyalog kurularak çözülebilirdi.

ROMANYA'NIN YÜKSELEN SİNEMASI
Gerçek bir skandal varsa o da belgesel filmlere ödül verilmemesiydi. Bir defa hiçbir jürinin, hakları olsa bile bu ukalalığı yapmaması gerektiğini düşünüyorum. Ne demek ödüle layık eser yok? Kimse size sizin yüksek standartlarınıza layık eser var mı diye sormuyor. Yarışmadaki filmler içinde en beğendiğiniz ya da diğerlerine göre birazcık da olsa daha iyi olan film hangisi, soru bu. Türkiye adam gibi bir takımla karşılaşmadı ama dünya üçüncüsü oldu, Yunanistan kimseye beğendiremedi kendini ama Avrupa şampiyonu oldu. Kimse şahane oyna-madılar diye bu unvanları onlara vermeme hakkına sahip değil. Bir yarışta çok kötü bir derece yapabilirsiniz ama diğerlerini geçtiyseniz birincisinizdir. Hadi buraya kadar hava hoş; jüri yönetmeliği de mi okumamış, okuduysa anlamamış mı, anlamadıysa festival yönetiminden onlara anlatan, onları uyaran kimse yok muymuş? Jüri birincilik ödülü vermek zorundaydı, yönetmelik böyle yazıyordu. Ama jüri neyle yükümlü olduğunun farkında değilken, profesyonellik üzerine ahkâm kesmeyi ve kendince aşağılayarak teşvik etmeyi becerdi. Birgün bir jüri de çıkıp Altın Portakal'a değer konulu uzun metraj film, yönetmen, oyuncu bulunamadı diyebilir mi? Profesyonellik kıstasları ne yazık ki yalnızca amatör belgeselciler için geçerli olduğundan, böyle bir şey olamaz!

Ben aslında Avrasya Festivali'nden söz edecektim. Geçen yıl festival katalogunun gecikmesinden, içerdiği eksiklerden şikâyet ettiğime göre, bu yıl katalogu geldiğimizde hazır bulmamızı, geçen yılki sorunlara rastlamamızı da övmek boyun borcum olmalı. Üstelik bu yıl organizasyon başka açılardan da daha iyi idi.

Avrasya Festivali'nde görmek isteyip de göremediğim filmlerin sayısı en az gördüklerim kadar vardi. Yine de gördüklerim açısında kendimi şanslı addediyorum. Nasıl geçen yıl Türkiye filmleri açısından özel bir yıl idiyse bu yıl da yabancı filmler açısından özel bir yıl. Cannes ve Venedik film festivallerini izleyenler de bu kanıdalar ve Sight & Sound dergisi son sayısında film kalitesindeki bu artışı konu almış. Antalya'nın İstanbul'a göre za-mansal bir avantajı da var; Cannes ve Venedik'ten sonra yapılıyor, dolayısıyla bu festivallerin en iyilerini almakta öncelik sahibi oluyor. Ama bu avantajı kullanamamak da mümkündü tabii.

Geçtiğimiz yıl Avrasya'nın ödüllü 2 Romen filmini ("Bükreş'in Doğusu" ve "Kağıt Mavi Olacak") seyrettikten ve "Bay Lazarescu'nun Ölümü"nün methini duyduktan sonra Romanya sinemasının yükseliş içinde olduğuna dikkat çekmiştim festival yazımda. Bu yılın en çok sükse yapan filmi de Romanya'dan geldi: "4 Ay, 3 hafta, 2 Gün". "4, 3, 2..." doğrusu övüldüğü kadar var ama uyaralım: Bu filmi izleyince midenize yumruk yemiş gibi oluyorsunuz. Hele hele geçmişinizde iz bırakmış bir kürtaj deneyiminiz varsa özellikle dikkatli olun. Film 1980'ler Romanya'sının ruhunu (sanki bilirmişiz gibi) o kadar inandırıcı bir şekilde anlatıyor, iki genç kızın çaresizliğini o kadar iyi veriyor, bir kürtaj operasyonunu nerdeyse bir Hitchcock filmi gibi diken üzerinde izletiyor ki, helal olsun demekten başka çare kalmıyor kimseye.

CRONENBERG'İN BAŞKA DERTLERİ VAR
Cannes'dan Altın Palmiyeli "4, 3, 2..."nin yanı sıra Venedik'ten Altın Aslanlı "Dikkat, Şehvet" ve Berlin'den Altın Ayılı "Tuya'nın Evliliği" de festivalde gösterildi. Böylece 3 büyüğün 3 birincisi de festivalde gösterildi ki sırf bu bile başlı başına önemli bir şey. Nicholas Roeg ustanın 80 yaşında çektiği son filmi "Puffball" da aynı derecede olmasa da bizi koltuğumuza mıhladı. Üstelik filmin ne anlatmak istediğinden o kadar da emin değilim. Ama kadınlık halleri (doğurganlık özellikle) üzerine zengin gözlemler içeren bir filmdi bu ve çok iyi oynanmıştı. Kelly Reilly çok güzel ve çok seksiydi. Daha ne isteriz? Üstelik ustayı ve oyuncularını basın toplantısında yakından gördük ve onlara soru sorma şansını bulduk.

Yine büyük bir keyifle izlediğimiz ama yine derinliğine (şimdilik) vâkıf olamadığımız bir başka film Cronenberg'in "Şark Vaatler"ydi. Vigo Mor-tensen'in şahane oyunculuğu eşliğinde düz bir macera filmi gibi seyretmek de yeter filmden zevk almak için ama sinemanın en entelektüel yönetmenlerinden biri olan Cronenberg'in daha başka dertleri de olduğuna eminim. Zamanla bunlara vâkıf olmayı umuyorum. Alman yönetmen Christian Pet-zold'un "Yella"sı da atmosfer yaratmada çok başarılı bir başka filmdi. Kapitalizmin çekiciliği ve laneti, çok şey vaat edip, duygusal bir cehennem sunması fantastik bir atmosfer içinde anlatılıyordu. Nina Hoss'un oyunculuğu da çok iyiydi. Gus Van Sant'ın "Paranoid Park"ı da bir şarkı gibi defalarca izlenebilecek, dinlenebilecek bir film, belki de ustanın en iyi filmlerinden biri. Suçluluk, pişmanlık, kendini tanıma filmin temaları arasında demekle yetinelim. 1980'lerin efsanevi post-punk topluluğu Joy Division'ın solisti lan Curtis'i konu alan "Kontrol" da başarılı bir atmosfer filmiydi. Özellikle Joy Division konser sahnelerini izlemeye doyamadık, gerçek olmadıklarını bilsek bile. Bir başka iyi film de Roy Andersson'un "Siz Yaşayanlarıydı. İskandinav kara mizahını sevenlerin kaçırmaması gereken bir filmdi bu da.

KALİTE GEÇEN SENEYE ORANLA DÜŞÜK
Umudu kestiğim ama ne yaptığını izlemem gereken yönetmenlerden Winterbottom "Güçlü Bir Yü-rek"le yine hem politikadan hem de estetikten sınıfta kalan bir filme imza atmış. "Guantanamo Yo-lu"nun özrü gibi değerlendirilebilecek bu film, özrü kabahatinden büyük deyimine cuk oturan bir niteliğe sahip. Coppola ustanın son eseri "Youth Without Youth"u ise ne derdini anladığım ne de sevdiğim filmler kategorisinde. Fakat Aronofsky'nin "Kaynak"ını sevenler bu filmden de hoşlanabilir. Film bir yana, Coppola'yı yakından görmek de başlı başına hoş bir olaydı elbette. Üstadın hoşsohbet bir adam olduğuna tanıklık etmenin yanı sıra, ABD'nin en büyük şarap üreticilerinden biri olduğunu da bu sayede öğrendik. Coppola'nın kendi ifadesiyle "yürek yakan" bir film çekme arzusunu yerine getirmesini umuyoruz birgün.

Bu yazdıklarım dışında da merak ettiğimiz birçok film vardı festivalde. Ama aynı anda Altın Portakal yarışması da olduğu için ve asıl merak konusu onlar olduğu için bu filmleri seyredemedik. Bu yılın yerli filmlerinin genel kalitesi geçen seneyle kıyaslandığında çok düşüktü fakat. Ki bu da bir sürpriz değildi doğrusu. Bir festivalden söz ederken gazetecilik dürtüsü bizi daha çok kusurlara yoğunlaştırıyor galiba ama sonuç olarak yüzlerce insanın emeği, çabası da bu harala gürelede güme gidiyor. Ben sinema adına çok tatmin edici bir festival izledim ve festival çalışanlarına teşekkür etmeyi borç biliyorum.