19 Eylül’de İsveç’te düzenlenen genel seçimlerin ardından, Avrupa solu, ağır bir darbe aldı.

19 Eylül’de İsveç’te düzenlenen genel seçimlerin ardından, Avrupa solu, ağır bir darbe aldı. Yarım yüzyılı aşkın bir süre boyunca iktidarda kalmayı başararak, herkesin imrendiği “İsveç Modeli”ni yerleştiren sosyal demokratlar, sağcı liberallerin bir kez daha gerisinde kaldılar. Üstelik 2006’da yüzde 2,93 oyda kalan aşırı sağ, bu kez yüzde 5,7 oyla İsveç meclisine 20 milletvekili sokuyordu. Aşırı sağcı partinin ismi bile meydan okurcasına seçilmiş: “İsveç Demokratları”...

BirGün yazarı Selami İnce, geçtiğimiz pazar günü son derece ayrıntılı olarak Sosyal Demokratların kalesinin neden yıkıldığını yansıttı. Benim ekleyecek bir şeyim olmaz. Ancak “İsveç Demokratları”nın başarısı tüm Avrupa’yı sarmakta olan aşırı sağın mide bulandıran yükselişinin bir yeni örneği olarak kalmadı. Aşırı sağcı ve milliyetçi Fransız lider Jean-Marie Le Pen’in veliahtlardan Bruno Gollnisch, “İsveç’teki sonuçların diğer ülkelerde çığ etkisi yapacağını ümit ettiğini” gerine gerine beyan ederken, temsil ettiği Avrupa aşırı sağ hareketler ittifakının keyfini dile getiriyordu. Ekim 2009’da kurulan Avrupa milliyetçi sağ grup koordinatörü Gollnisch, İsveç’teki nispi seçim sistemine övgüler yağdırarak, Fransa başta, tüm Avrupa’da meclislerde yer almayı hedefliyor.

Bu hedef hiç de imkansız değil. Fransız faşistbaşı Jean-Marie Le Pen artık bayrağı kızı Marine Le Pen’e devretmeye hazırlanıyor. Marine Le Pen böylece 2012 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Front National’in adayı olacak. Babasına oranla daha az sert ve antipatik bir görünüme sahip “ılımlı” Le Pen Junior, derinden derine son derece sağlam bir çalışma ve iletişim programı başlattı. Seçimlere daha iki yıl varken, bazı tahminciler şimdiden 2. turda 2002’deki Chirac-Le Pen çekişmesi gibi, Sarkozy-Le Pen Junior karşılaşması kapışması olasıllığından söz ediyor.

Daha önce de yazmıştık. Sosyalist Parti’nin önündeki seçenek belli. Ortanın solunda bir söylemden uzaklaşarak, solda konumlanmak. Bu nedenle başından beri Genel Sekreter Martine Aubry’nin partisi adına aday olmasını destekliyorum. IMF’nin başındaki Dominique Strauss-Kahn’ın duruşu, İngiltere’de nihayet sona eren “Blairci” çizgiden çok farklı değil.

İngiltere demişken, benim gibi “New Labour”a (Yeni İşçi Partisi) allerjik tepki verdiyseniz, Tony Blair’in darmadağın ettiği İngiliz sosyal demokrasisini kurtaramayan Gordon Brown’dan sonra, partinin başına “Kızıl Ed”in gelmesinden aynı keyfi almışsınızdır. İşçi Partisinin liderliğini favori ağabeyi David Milliband’an beklenmedik şekilde alan 40’lık Ed Milliband’ın seçimi aslında düşününce sürpriz değil. Avrupa’da solun nefesi güç kaybettiyse, bunun faturası büyük oranda giderek ortaya, hatta Blair örneğinde olduğu gibi sağa kayan sosyal demokrat liderlere kesilmeli. Bugünden sonra önlerinde bir tek seçenek kaldı: sosyalizmin özüne geri dönerek, solu gerçekten solda kalacak rotalara oturtmak. Fransa’da 2012 için biraz biraz umutlanır olduysak, bunu solun solunun giderek sesini duyurmasına borçluyuz.