Avrupa, üç demokratikleşme dalgasına sahne oldu:

İlki, 1688 İngiliz devriminden 19.yy’ın sonuna uzanan, Kıta’nın kuzey-batısındaki eski ulusların demokratikleşme dalgası. Britanya anayasal monarşisi ve Fransa cumhuriyetçiliği, uzun süre, Avrupa demokrasisi için ölçü ayarı (matris) oldu.

- İkinci dalga, 20. yy. boyunca, orta ve güney Avrupa’ya ilişkin: 1920 ve 30’larda, askeri darbeler ve monarşi  restorasyonları, bu ülkeleri, “otoriter bir modernleşme yolu”na mahküm etti. Bu devletlerin bir kısmı, savaş sonrası, Batı denetiminde liberal rejime geçti: Almanya, Avusturya ve İtalya. Askeri-otoriter rejimler vesayetinde kalan  İspanya, Portekiz ve Yunanistan, 1970’li yıllarda, Kuzey Avrupa’da gelişen “parlamenter model”den esinlenerek “yeni demokrasi”lerini kurdu.

- Orta ve Doğu Avrupa devletleri ise, 1990’lı yıllar boyunca, komünizm sonrası anayasalarını, büyük ölçüde, Batı Avrupa anayasa mirasına dayandırdı.

Ortak eğilimler...
Bununla birlikte, acaba, demokraside “Avrupa modeli”nden söz edilebilir mi?

Avrupa’nın çağdaş anayasacılığı, iktidarın ülkesel  düzlem ve zaman bakımından düzenlenmesini öne çıkarır. Fakat, demokratik ilkenin mutlak zaferini de yansıtır: Çoğunluk, çoğulculuk ve özerklik.

Avrupa çağdaş demokrasi mimarisinde, müzakere ve karar biçimleri bakımından belli ölçüde örtüşme görülür. Farklılıklar olsa da, yürütme erkindeki yoğunlaşma ve yürütmeyi denetim düzeneklerinin çoklulaşması,  siyasal rejimlere damgasını  vurur. Devlet başkanı rolünün -Fransa hariç- giderek daralması, hükümetlerin hareket alanını genişletti; parlamentolar rasyonalize edildi; yani, ”sürekli bir parlamenter çoğunluk yokluğuna çözüm için, Hükümet istikrarı ve otoritesini muhafazaya yönelik hukuki kurallar” kondu.. Parlamenter eksende, güçlenmiş olmasına karşın, hükümetleri çerçeveleyen ve sınırlayan gelişmeler kayda değer:

*İktisadi globalleşme, hükümetin gerçek kapasitesini daralttı.

*Anayasal denge ve denetim düzeneklerinin pekiştirilmesi, hükümetlerin hareket alanını çerçeveledi.

*Adem-i merkeziyet alanlarının genişlemesi, hükümeti sınırlayıcı bir işlev görmekte.

*Parlamenter müzakerenin canlanması, yürütmeyi dengeleme eğilimini ilerletmekte.

* Çoğulculuğun giderek önem kazanması ve  toplumsal yapıların karmaşık hale gelmesi, hükümetleri, yönetişime yönlendirmekte.

*Yurttaşlara danışma tekniklerinin  sıkça kullanılması da, hükümeti frenleyici işlev görüyor.

Özetle, Avrupa demokrasileri, yöneticilere her zaman  daha güçlü öznel bir yetki verildiği görüntüsü verse de, nesnel karar kapasitesi her zaman daha çok çerçevelenmiş bulunuyor. Günümüzde bir Avrupa devletini yönetmek, her zaman daha çok sayıda ve özerk kurumla eşgüdüm halinde olmayı ve hukuk devleti, çok sayıda organın denetimi altında gerekli kılar.

Farklılaşmalar hangi alanlarda?
Anayasal düzen ve alt-sistemlerin  tercihi, ulusal bir sorun: anayasal monarşi veya cumhuriyet, üniter, federal veya adem-imerkeziyetçi  devletler, tek veya çift meclis, doğrudan ve yarı-doğrudan demokrasi teknikleri, nispi temsil veya çoğunluk seçim sistemi, vb.

Bu açıdan şu ayrım yapılır: İktidar yoğunlaşmasının bulunduğu devletler (üniter, tek meclisli, çoğunlukçu, anayasal denetimin zayıf olduğu…) ve  iktidarı yaygınlaştıran devletler (federal, çift meclisli, oranlı temsil…).

Değinilen farklılık ve çeşitlilik ortadan kalkar mı? Bu konuda, çok sayıda Avrupa devletinde bir “orta yol” arayışı dikkat çekmekte: Ulusal birlik ve belli bir bölgesel özerklik arasında denge, çoğunluk ve oranlı temsil mantıklarının seçim simyasında birleştirilmesi, klasik temsil biçimlerinin yurttaşların yeni katılım yollarıyla esnetilmesi, vb.

Cumhuriyetlerin bir kısmında devlet başkanı yasama organınca, diğer bir kısmında ise doğrudan halk tarafından seçiliyor olmakla birlikte, seçilme tarzındaki farklılaşma, demokrasi ve parlamentarizm ölçütleri arasında yer almamakta.

AB üyesi devletleri  teker teker inceleyen ortak bir yapıt için bkz. J-M. De Waele / P. Magnette, Les démocraties européennes, A. Colin, 2e éd., 2010.