AVRUPA PARLAMENTOSU MİLLETVEKİLİ CEM ÖZDEMİR'LE 'AB' ÜZERİNE
Yazarımız Melih Pekdemir, Özdemir'e, Irak benzeri 'demokratik' bir seçimin mesela Bavyera eyaletinde yapılması halinde tavrının aynı ol
Melih PEKDEMİR
5 Mart günü Avrupa Parlamentosu milletvekili Cem Özdemir ile Mersin Karaduvar'daki çevre kirliliği konusunda Akdeniz Sosyal Forum tarafından düzenlenen bir dizi etkinlikte gün boyu birlikteydik. İkimiz de kendimizi Karaduvarlı ilan ettik. Bunun dışında, AB konusunda söyleşi yapma imkanımız da oldu. Söylediklerini yorumsuz aktarıyorum.
AB konusunda Türkiye'de solun farklı tutumları var. Kabaca, tümüyle karşı çıkanlar, tümüyle destekleyenler. Bir de, Romano Prodi'nin Türkiye'ye söylediğine benzer şekilde "qualified yes" yani şartlı evet diyenler. Bunlar Emeğin Avrupası düşüncesini savunanlar. Peki sizler bu konuda diyorsunuz?
Biz bu süreci Almanya'da uzun süre yaşadık Yeşiller olarak. Örneğin "Avrupa'ya evet ama Maastricht'e hayır", "Avrupa'ya evet ama Avrupa Birliği'ne hayır" gibi sloganlarımız vardı; ama bunun yanlış olduğunu gördük. Çünkü bu meseleyi sağa bırakmamak gerekiyor. Kohl dönemine kadar Alman muhafazakarları Alman geleneğinden giderek Avrupa Birliği'ni destekliyorlardı. Ancak Hıristiyan demokratların bir kanadı artık "önce Almanya" demeye başladı tekrar. Bizim solcu olarak vazifemiz Avrupa'ya sahip çıkmak ve çağdaş solun vazifesi olarak belirli konuların artık ulus devleti aştığını söylemek. Çevre konusu bunlardan bir tanesi; sendikal haklar, sosyal haklar, tüketici hakları bütün bunlar bunun bir parçası. Ortak savunma politikası, yani iki dünya savaşı yaşamış bir Avrupa'da milli orduların güçlü olmasının hiçbir anlamı kalmadı. Eğer bir savunma politikası gerekiyorsa, farklı olmalı.
Nasıl olacak bu farklılık?
Böyle bir rekabet içinde olmasının hiçbir anlamı yok. Avrupa'nın ortak bir ordusu olsun ve bu bir barış ordusu olsun. Yani doğal felaketlerde ya da bir soykırım yaşandığında Amerika'ya her şeyi bırakmadan biz kendi gücümüzle yardım edebilelim. Çağa ayak uydurmak gerekiyor. Belki sol ve sağ kelimelerini de artık aşan bir olay, çünkü sağ bir hükümet Türkiye'de Kürt meselesinde cesur adımlar atabiliyor. Kıbrıs konusunda milliyetçi çizgiye karşı adım atabiliyor ve solcu kelimesini kullananlar bunun tam tersine tutucu oluyor. Bize göre faşizan bir çizgi izliyorlar. Bu açıdan bazen sağ ve sol kelimesi de biraz boş bir kılıf gibi görünüyor.
Bununla neyi kastediyorsunuz?
Benim için kastedilen olay ideolojiye kapalı bir düşünce tarzı değil; ben kendi hedeflerime hümanizme, kardeşliğe, barışa, demokrasiye, insan haklarına en iyi bir şekilde nasıl kavuşabilirim. Onun aracı da "supra nasyonal" dediğimiz, birlikte çalışmak. Yani bu bizim Avrupa ülkeleri için Avrupa Birliğidir; bütün dünya genelinde de Birleşmiş Milletlerin güçlenmesidir. Bir şiddet monopolü er ya da geç BM'de olmalı; bir ülkenin tekelinde olmamalı, yani ne Amerika'da olmalı ne başkasında. Şimdi de çağdaş sol bunları tartışmalı..
Çağdaş solun farkı nerede yatıyor ki?
Yani tabii biraz garip bir örnek olacak ama, Marx bugün yaşasaydı ve farz edelim ki 20 sene önce Doğu ve Batı Almanya arasında bir seçim yapmak zorunda kalsaydı, emekçi hakları açısından batıyı tercih ederdi. Her açıdan, yani her alanda seviye çok daha yüksek. Çünkü emekçinin düşünce özgürlüğü, örgütlenme hakkı... Sendika hakkı da bunun bir parçası.. Batı kapitalizmi doğudaki bütün rejimlerden daha üstündü.. Tabii batı kapitalizminin de eleştirilecek yönleri var. Batı kapitalizmi dediğimizde de, batı arasında tabii ki büyük farklılıklar var. Mesela Amerika'daki ekonomik model bizim Almanya'daki ekonomik modelden farklı. Biz de şu anda AB genişleme sürecinde birtakım reformlar tartışıyoruz. Bunların bazıları ağır reçeteler, bu konularda eleştiriliyoruz. Bize göre sağlık sektörü hiçbir zaman yüzde yüz özel olamaz.. Çünkü orada bir takım temel haklar bizim geleneğimizde olan bir şey, biz "Ren Kapitalizmi" diyoruz buna. Bu Alman ekolü kapitalizminde sosyal devlette sendikalarla sermayeyle uzlaşma içinde bir model oluşturmak; herkesin lehine olan da bu. İşte şu andaki şartlarda, globalleşen dünyada şu an zorlanıyoruz tabii.
Nasıl bir zorlanmadır bu?
İşte şu ülkede maaşlar daha düşük deniyor. Avrupa'nın birleşmesi çerçevesinde ortak normlar sağlamak zorundayız. Yani A ülkesi çevre normlarında kilitlenirse işte o zaman zorlanıyoruz. O zaman şey diyor, "ya bizim yüksek çevre yasalarını buraya koyuyorsunuz, bizim ne suçumuz var? Oradaki çevre yasaları çok daha düşük." Ya da vergi konusunda, bazı ülkeler, Baltık ülkeleri, vergilerini indiriyor; bizimkiler diyor ki "bizim vergiler niye o kadar çok yüksek?" Şimdi, Almanya'daki gibi olmak zorunda değil.. Ama uzlaşmak zorundayız. Kapitalizmin globalleşmesi, aynı zamanda tüketici haklarının, işçi haklarının, çevre yasalarının da globalleşmesini zorluyor. Aksi takdirde biz kavuştuğumuz standartlardan taviz vermek zorundayız. Rekabet açısından. Yoksa biz mahvoluruz.
Ama gidişat olumlu yere doğru mu olumsuz yere mi, bu belli değil...
Belli değil ama bizi ona zorluyor. Yani biz üçüncü dünya ülkelerinde de çevreci olarak bunu yapmakla kendimizi de koruyoruz; sadece onlara yardım etmek açısından değil, onların yaşam şartlarını düzeltmek açısından. Çünkü bize de bunun yardımı dokunuyor. Oradaki işçi hakları nasıl? Oradaki insanlar sendikal örgütlenme hakkında sahipler mi? Oradaki insanların yaşamları zehirleniyor mu? Yani onları da tartışalım bu çerçevede.
Avrupa Parlamentosu milletvekilisiniz. Mart 2000'deki Lizbon stratejisi ışığında, AB'nin ABD karşısındaki rekabet gücünü artırmaya yönelik alınan kararlar var. Bu konudaki sermaye lehine emek aleyhine gelişmeleri nasıl ifade ediyorsunuz?
Lizbon stratejisine global bir cephe halinde karşı çıkmakla, bunu etkileme şansımızı elimizden yitiririz. Tabii bu benim yaklaşımım. Biliyorsunuz arkadaşlarımız Stockholm'deydi, Stockholm'de de bir program vardı. Yeşil gündem belirlendi. Yanlış bir düşünce bence. Yani böyle yaparak, her zaman çevre kaybeder. Yani çevre için ayrı bir panel sermaye için ayrı bir panel yaparsak, sonunda hep çevre daha güçsüz kalır. Bunu birleştirmek gerekir. Yeşiller olarak bizim gündemimiz, Lizbon'u nasıl yeşillendiririz. AB tarafından Türkiye'ye uygulanan bariz çifte standartlar var. Daha dün gazetede okudum. Türkiye için bunca eleştiriyi getiren aynı mekanizma, mesela Hırvatistan'ın üyeliğinin çabuklaştırılması için kararlar alıyor.
Ama Hırvatistan'ın durumu Türkiye'dekinden çok daha iyi. Göstergelere bakalım, ekonomiye, işsizliğe, yolsuzluklara bakalım. Her alanda ileri. Hırvatistan ile şu anda bir sorunumuz var. Burada savaş suçluları mahkemesiyle işbirliği konusunda Hırvatistan'ı eleştiriyoruz. Bir general var istediğimiz; bu general Lahey'e gitmeden önce siz üye olmayacaksınız. Bunun dışında Hırvatistan'da bütün dosyaların hepsi kapandı. Çünkü yerine getiriyor. Hırvatistan'da biz işkence var yok tartışması sürdürmüyoruz; ama Türkiye'de böyle bir tartışma var. Ama başka bir örnek verebilirsiniz. Romanya ya da Bulgaristan derseniz, hak veririm. Çünkü oralarda gerçekten sorun var. Romanya yolsuzluk açısından Türkiye'den daha kötü durumda. Bulgaristan'a baktığımızda, Almanya'dan Türkiye izne gelen Türk kökenli insanlara rüşveti sorun yeter. Türkiye'deki polisler Bulgaristan'dakilerden daha az rüşvet alıyor. Yani bu tür eleştirilere katılıyorum. Böyle bir sorun var. Bunun cevabı çok basit. Türkiye'nin büyüklüğü. Türkiye Bulgaristan büyüklüğünde olsa, atıyorum, beş sene içinde üye olur.
Ya din farklılığı?
Valla Bosna bile üye olabilir. Bosna Müslüman. Hiç kimse demiyor, Bosna Müslüman olduğu için üye olamaz. Bosna'yı daha yakın hissediyor Batılı kendisine. Yani onlar ne de olsa bizim gibi nüfusu daha düşük diye düşünüyor. Türkiye'ye karşı olan iki ayrı grup var. Bir tanesi "kültüralist" dediğimiz yaklaşımlar. Yani "onlar ve biz", "onlar bizim gibi değil" diyenler. Bunun alt grupları da var; bazıları işte din diyor, bazıları coğrafya, bazıları gelenekler diyor, bazıları işte tarihi kullanıyor. Kültüralist yaklaşanlar, yani ağzınla kuş tutsan istemiyorlar. Bir de başka bir grup var. Onlar radikal sağcı değil. Avrupa'ya inanan, Avrupa'nın derinleşmesini, Birleşmiş Avrupa Devletleri isteyen ve Türkiye ile birlikte, ama daha önce Romanya, Bulgaristan, ileride Ukrayna ile birlikte Avrupa'nın genişlemesiyle bu işin olmayacağını düşünenler; yani Avrupa rüyası bitecek diye korkanlar var. Onları ciddiye almak gerekiyor. Çünkü onların önemli bir kısmı aydın insan, tarihçi, sol kesimden gelenler de var.. Onlara şu mesajı vermemiz gerekiyor. Avrupa'ya girmek isteyen Türkiye'deki muhalif gruplar olarak "biz de Avrupa derken güçlü ulus devletlerin bir üst koordinasyon kurulu olarak görmüyoruz Avrupa Birliğini; ulus devletlerin yavaş yavaş yetkiyi Brüksel'e veren bir kuruluş istiyoruz biz; yani aynı şeyi savunuyoruz.." Bunu bilmiyorlar.
Türkiye'ye Büyük Ortadoğu Projesinde biçilen misyon ile, Türkiye'nin AB'ye alınmasının gerekli olduğunu ispatlamak için öne sürülen argümanların örtüşmesi konusunda ne diyorsunuz?
Amerika bu niyettedir diyebiliriz; ama Avrupa Birliği'ne girmek için sadece güçlü bir ordu yeterli değil. Hatta bu hiçbir şekilde ön şart bile değil. Önemli olan Kopenhag kriterlerine uymak. Orada ordunun rolü de, demokrasinin gereği de açık ve net bir şekilde belirleniyor. Yani biz ne zaman çizgimizi değiştirdik, Türkiye üye olabilir dedik; Türkiye'de de değişimler başladı. Daha önce bunu böyle yapmıyorduk. Türkiye'deki şahinlerin işine yarıyordu bu. Türkiye'deki anti demokratik güçleri desteklemiş oluyorduk dolaylı bir şekilde.
Melih Pekdemir'in yorumları:
ABD politikaları konusunda tamamen farklı yönlere bakmaktaydık. Cem Özdemir, ABD'yi eleştirse de, Taliban'ı yıktığı ve Saddam'ı devirdiği için hayırlı bir iş yaptığına inanmaktaydı. Ayrıca ABD işgali sayesinde Irak'ta demokratik seçimlerin yapıldığını da söyleyince, kendisine şunu sormadan edemedim: Acaba benzer bir şekilde seçimler mesela sizin Bavyera eyaletinde yapılsa, burasının da demokratikleştiğini söyleyebilir misiniz? Avrupa'da "pour la orient" (sadece Şark'ta geçerlidir) şeklinde verilen diplomalar gibi, Ortadoğu ülkelerine bu yoldan bir "demokrasi" reva görülmesinin, oryantalizm olup olmadığını da sordum.
Avrupa Birliği konusunda ikimiz de çağdaş ya da özgürlükçü bir sol tahayyülü içindeydik. Ama baktığımız yerde ikimizin de aynı Emeğin Avrupasını gördüğümüzden pek emin değildim doğrusu...
Cem Özdemir, Akdeniz Sosyal Forum üyesi ve ÖDP PM üyesi Doç. Dr. Tanay Sıdkı Uyar ile birlikte Karaduvar konusunda bir basın toplantısı da yaptı...
5 Mart günü Avrupa Parlamentosu milletvekili Cem Özdemir ile Mersin Karaduvar'daki çevre kirliliği konusunda Akdeniz Sosyal Forum tarafından düzenlenen bir dizi etkinlikte gün boyu birlikteydik. İkimiz de kendimizi Karaduvarlı ilan ettik. Bunun dışında, AB konusunda söyleşi yapma imkanımız da oldu. Söylediklerini yorumsuz aktarıyorum.
AB konusunda Türkiye'de solun farklı tutumları var. Kabaca, tümüyle karşı çıkanlar, tümüyle destekleyenler. Bir de, Romano Prodi'nin Türkiye'ye söylediğine benzer şekilde "qualified yes" yani şartlı evet diyenler. Bunlar Emeğin Avrupası düşüncesini savunanlar. Peki sizler bu konuda diyorsunuz?
Biz bu süreci Almanya'da uzun süre yaşadık Yeşiller olarak. Örneğin "Avrupa'ya evet ama Maastricht'e hayır", "Avrupa'ya evet ama Avrupa Birliği'ne hayır" gibi sloganlarımız vardı; ama bunun yanlış olduğunu gördük. Çünkü bu meseleyi sağa bırakmamak gerekiyor. Kohl dönemine kadar Alman muhafazakarları Alman geleneğinden giderek Avrupa Birliği'ni destekliyorlardı. Ancak Hıristiyan demokratların bir kanadı artık "önce Almanya" demeye başladı tekrar. Bizim solcu olarak vazifemiz Avrupa'ya sahip çıkmak ve çağdaş solun vazifesi olarak belirli konuların artık ulus devleti aştığını söylemek. Çevre konusu bunlardan bir tanesi; sendikal haklar, sosyal haklar, tüketici hakları bütün bunlar bunun bir parçası. Ortak savunma politikası, yani iki dünya savaşı yaşamış bir Avrupa'da milli orduların güçlü olmasının hiçbir anlamı kalmadı. Eğer bir savunma politikası gerekiyorsa, farklı olmalı.
Nasıl olacak bu farklılık?
Böyle bir rekabet içinde olmasının hiçbir anlamı yok. Avrupa'nın ortak bir ordusu olsun ve bu bir barış ordusu olsun. Yani doğal felaketlerde ya da bir soykırım yaşandığında Amerika'ya her şeyi bırakmadan biz kendi gücümüzle yardım edebilelim. Çağa ayak uydurmak gerekiyor. Belki sol ve sağ kelimelerini de artık aşan bir olay, çünkü sağ bir hükümet Türkiye'de Kürt meselesinde cesur adımlar atabiliyor. Kıbrıs konusunda milliyetçi çizgiye karşı adım atabiliyor ve solcu kelimesini kullananlar bunun tam tersine tutucu oluyor. Bize göre faşizan bir çizgi izliyorlar. Bu açıdan bazen sağ ve sol kelimesi de biraz boş bir kılıf gibi görünüyor.
Bununla neyi kastediyorsunuz?
Benim için kastedilen olay ideolojiye kapalı bir düşünce tarzı değil; ben kendi hedeflerime hümanizme, kardeşliğe, barışa, demokrasiye, insan haklarına en iyi bir şekilde nasıl kavuşabilirim. Onun aracı da "supra nasyonal" dediğimiz, birlikte çalışmak. Yani bu bizim Avrupa ülkeleri için Avrupa Birliğidir; bütün dünya genelinde de Birleşmiş Milletlerin güçlenmesidir. Bir şiddet monopolü er ya da geç BM'de olmalı; bir ülkenin tekelinde olmamalı, yani ne Amerika'da olmalı ne başkasında. Şimdi de çağdaş sol bunları tartışmalı..
Çağdaş solun farkı nerede yatıyor ki?
Yani tabii biraz garip bir örnek olacak ama, Marx bugün yaşasaydı ve farz edelim ki 20 sene önce Doğu ve Batı Almanya arasında bir seçim yapmak zorunda kalsaydı, emekçi hakları açısından batıyı tercih ederdi. Her açıdan, yani her alanda seviye çok daha yüksek. Çünkü emekçinin düşünce özgürlüğü, örgütlenme hakkı... Sendika hakkı da bunun bir parçası.. Batı kapitalizmi doğudaki bütün rejimlerden daha üstündü.. Tabii batı kapitalizminin de eleştirilecek yönleri var. Batı kapitalizmi dediğimizde de, batı arasında tabii ki büyük farklılıklar var. Mesela Amerika'daki ekonomik model bizim Almanya'daki ekonomik modelden farklı. Biz de şu anda AB genişleme sürecinde birtakım reformlar tartışıyoruz. Bunların bazıları ağır reçeteler, bu konularda eleştiriliyoruz. Bize göre sağlık sektörü hiçbir zaman yüzde yüz özel olamaz.. Çünkü orada bir takım temel haklar bizim geleneğimizde olan bir şey, biz "Ren Kapitalizmi" diyoruz buna. Bu Alman ekolü kapitalizminde sosyal devlette sendikalarla sermayeyle uzlaşma içinde bir model oluşturmak; herkesin lehine olan da bu. İşte şu andaki şartlarda, globalleşen dünyada şu an zorlanıyoruz tabii.
Nasıl bir zorlanmadır bu?
İşte şu ülkede maaşlar daha düşük deniyor. Avrupa'nın birleşmesi çerçevesinde ortak normlar sağlamak zorundayız. Yani A ülkesi çevre normlarında kilitlenirse işte o zaman zorlanıyoruz. O zaman şey diyor, "ya bizim yüksek çevre yasalarını buraya koyuyorsunuz, bizim ne suçumuz var? Oradaki çevre yasaları çok daha düşük." Ya da vergi konusunda, bazı ülkeler, Baltık ülkeleri, vergilerini indiriyor; bizimkiler diyor ki "bizim vergiler niye o kadar çok yüksek?" Şimdi, Almanya'daki gibi olmak zorunda değil.. Ama uzlaşmak zorundayız. Kapitalizmin globalleşmesi, aynı zamanda tüketici haklarının, işçi haklarının, çevre yasalarının da globalleşmesini zorluyor. Aksi takdirde biz kavuştuğumuz standartlardan taviz vermek zorundayız. Rekabet açısından. Yoksa biz mahvoluruz.
Ama gidişat olumlu yere doğru mu olumsuz yere mi, bu belli değil...
Belli değil ama bizi ona zorluyor. Yani biz üçüncü dünya ülkelerinde de çevreci olarak bunu yapmakla kendimizi de koruyoruz; sadece onlara yardım etmek açısından değil, onların yaşam şartlarını düzeltmek açısından. Çünkü bize de bunun yardımı dokunuyor. Oradaki işçi hakları nasıl? Oradaki insanlar sendikal örgütlenme hakkında sahipler mi? Oradaki insanların yaşamları zehirleniyor mu? Yani onları da tartışalım bu çerçevede.
Avrupa Parlamentosu milletvekilisiniz. Mart 2000'deki Lizbon stratejisi ışığında, AB'nin ABD karşısındaki rekabet gücünü artırmaya yönelik alınan kararlar var. Bu konudaki sermaye lehine emek aleyhine gelişmeleri nasıl ifade ediyorsunuz?
Lizbon stratejisine global bir cephe halinde karşı çıkmakla, bunu etkileme şansımızı elimizden yitiririz. Tabii bu benim yaklaşımım. Biliyorsunuz arkadaşlarımız Stockholm'deydi, Stockholm'de de bir program vardı. Yeşil gündem belirlendi. Yanlış bir düşünce bence. Yani böyle yaparak, her zaman çevre kaybeder. Yani çevre için ayrı bir panel sermaye için ayrı bir panel yaparsak, sonunda hep çevre daha güçsüz kalır. Bunu birleştirmek gerekir. Yeşiller olarak bizim gündemimiz, Lizbon'u nasıl yeşillendiririz. AB tarafından Türkiye'ye uygulanan bariz çifte standartlar var. Daha dün gazetede okudum. Türkiye için bunca eleştiriyi getiren aynı mekanizma, mesela Hırvatistan'ın üyeliğinin çabuklaştırılması için kararlar alıyor.
Ama Hırvatistan'ın durumu Türkiye'dekinden çok daha iyi. Göstergelere bakalım, ekonomiye, işsizliğe, yolsuzluklara bakalım. Her alanda ileri. Hırvatistan ile şu anda bir sorunumuz var. Burada savaş suçluları mahkemesiyle işbirliği konusunda Hırvatistan'ı eleştiriyoruz. Bir general var istediğimiz; bu general Lahey'e gitmeden önce siz üye olmayacaksınız. Bunun dışında Hırvatistan'da bütün dosyaların hepsi kapandı. Çünkü yerine getiriyor. Hırvatistan'da biz işkence var yok tartışması sürdürmüyoruz; ama Türkiye'de böyle bir tartışma var. Ama başka bir örnek verebilirsiniz. Romanya ya da Bulgaristan derseniz, hak veririm. Çünkü oralarda gerçekten sorun var. Romanya yolsuzluk açısından Türkiye'den daha kötü durumda. Bulgaristan'a baktığımızda, Almanya'dan Türkiye izne gelen Türk kökenli insanlara rüşveti sorun yeter. Türkiye'deki polisler Bulgaristan'dakilerden daha az rüşvet alıyor. Yani bu tür eleştirilere katılıyorum. Böyle bir sorun var. Bunun cevabı çok basit. Türkiye'nin büyüklüğü. Türkiye Bulgaristan büyüklüğünde olsa, atıyorum, beş sene içinde üye olur.
Ya din farklılığı?
Valla Bosna bile üye olabilir. Bosna Müslüman. Hiç kimse demiyor, Bosna Müslüman olduğu için üye olamaz. Bosna'yı daha yakın hissediyor Batılı kendisine. Yani onlar ne de olsa bizim gibi nüfusu daha düşük diye düşünüyor. Türkiye'ye karşı olan iki ayrı grup var. Bir tanesi "kültüralist" dediğimiz yaklaşımlar. Yani "onlar ve biz", "onlar bizim gibi değil" diyenler. Bunun alt grupları da var; bazıları işte din diyor, bazıları coğrafya, bazıları gelenekler diyor, bazıları işte tarihi kullanıyor. Kültüralist yaklaşanlar, yani ağzınla kuş tutsan istemiyorlar. Bir de başka bir grup var. Onlar radikal sağcı değil. Avrupa'ya inanan, Avrupa'nın derinleşmesini, Birleşmiş Avrupa Devletleri isteyen ve Türkiye ile birlikte, ama daha önce Romanya, Bulgaristan, ileride Ukrayna ile birlikte Avrupa'nın genişlemesiyle bu işin olmayacağını düşünenler; yani Avrupa rüyası bitecek diye korkanlar var. Onları ciddiye almak gerekiyor. Çünkü onların önemli bir kısmı aydın insan, tarihçi, sol kesimden gelenler de var.. Onlara şu mesajı vermemiz gerekiyor. Avrupa'ya girmek isteyen Türkiye'deki muhalif gruplar olarak "biz de Avrupa derken güçlü ulus devletlerin bir üst koordinasyon kurulu olarak görmüyoruz Avrupa Birliğini; ulus devletlerin yavaş yavaş yetkiyi Brüksel'e veren bir kuruluş istiyoruz biz; yani aynı şeyi savunuyoruz.." Bunu bilmiyorlar.
Türkiye'ye Büyük Ortadoğu Projesinde biçilen misyon ile, Türkiye'nin AB'ye alınmasının gerekli olduğunu ispatlamak için öne sürülen argümanların örtüşmesi konusunda ne diyorsunuz?
Amerika bu niyettedir diyebiliriz; ama Avrupa Birliği'ne girmek için sadece güçlü bir ordu yeterli değil. Hatta bu hiçbir şekilde ön şart bile değil. Önemli olan Kopenhag kriterlerine uymak. Orada ordunun rolü de, demokrasinin gereği de açık ve net bir şekilde belirleniyor. Yani biz ne zaman çizgimizi değiştirdik, Türkiye üye olabilir dedik; Türkiye'de de değişimler başladı. Daha önce bunu böyle yapmıyorduk. Türkiye'deki şahinlerin işine yarıyordu bu. Türkiye'deki anti demokratik güçleri desteklemiş oluyorduk dolaylı bir şekilde.
Melih Pekdemir'in yorumları:
ABD politikaları konusunda tamamen farklı yönlere bakmaktaydık. Cem Özdemir, ABD'yi eleştirse de, Taliban'ı yıktığı ve Saddam'ı devirdiği için hayırlı bir iş yaptığına inanmaktaydı. Ayrıca ABD işgali sayesinde Irak'ta demokratik seçimlerin yapıldığını da söyleyince, kendisine şunu sormadan edemedim: Acaba benzer bir şekilde seçimler mesela sizin Bavyera eyaletinde yapılsa, burasının da demokratikleştiğini söyleyebilir misiniz? Avrupa'da "pour la orient" (sadece Şark'ta geçerlidir) şeklinde verilen diplomalar gibi, Ortadoğu ülkelerine bu yoldan bir "demokrasi" reva görülmesinin, oryantalizm olup olmadığını da sordum.
Avrupa Birliği konusunda ikimiz de çağdaş ya da özgürlükçü bir sol tahayyülü içindeydik. Ama baktığımız yerde ikimizin de aynı Emeğin Avrupasını gördüğümüzden pek emin değildim doğrusu...
Cem Özdemir, Akdeniz Sosyal Forum üyesi ve ÖDP PM üyesi Doç. Dr. Tanay Sıdkı Uyar ile birlikte Karaduvar konusunda bir basın toplantısı da yaptı...