IMF, DB ve AB gibi neoliberal ve emperyalist örgütlenmelere karşı da Avrupa solu net bir duruş sergilemek, AB’den çıkışı veya AB’nin bu biçiminin tasfiyesini savunmak durumundadır.

Avrupa solunun yolu uzun
Merkezi Washington’da bulunan Dünya Bankası

Avrupa solunun yolu uzun. Kime kıyasla? Türkiye ve benzeri ülkelerdeki sol hareketlere kıyasla. Peki neden? Çünkü Batı ülkeleri dünya ekonomik sisteminin sömüren güçleri tarafında yer alıyor. Avrupa solu eğer gerçek bir sol ise (yani Marksizme dayanıyorsa) yalnızca kendi ülkesinin (veya AB coğrafyasının?) emekçi sınıflarının sömürüden kurtuluş mücadelesini vermekle yetinemez, uluslararası sömürü ilişkilerinin yani emperyalizmin son bulmasının mücadelesini de vermek durumdadır.

Ama bu ikinci boyut, yani kendi kapitalist sınıflarının emperyalist hegemonyalarına karşı duruş, eğer kendi ülkelerine dış artık-değer aktarımının köklü bir biçimde ve hızla kesilmesine yol açacaksa, içerdeki sınıf mücadelesini de farklı bir eksene taşıyabilecektir. Uluslararası sınıf dayanışmasına tam ikna olmamış bir işçi sınıfı, yabancı düşmanı bir „milliyetçilik ile emek mücadelesi“ sentezine ikna edilebilir. Emek mücadelesi de giderek daha gevşek veya çarpıtılmış halk tepkileri içinde eritilebilir. Örneklerini görmek için Avrupa deneyimleri önümüzde duruyor. „Milliyetçi Cephe“ denilen yabancı düşmanı/faşist hareketlerin kitle tabanı, eskiden komünist partilerin saflarında yer alan işçi-emekçi kitlelerden oluşuyor.

IMF, DB ve AB gibi neoliberal ve emperyalist örgütlenmelere karşı da Avrupa solu net bir duruş sergilemek, AB‘den çıkışı veya AB‘nin bu biçiminin tasfiyesini savunmak durumundadır. Buna NATO gibi emperyalizmin askeri saldırı örgütleri de dahildir. Kuşkusuz bu radikallikte sol örgütlenmeler Avrupa‘da eksik değildir; ama ya güçleri yetersizdir ya da seçim koalisyonları çerçevesinde bu iddialarından geri adım atmaya zorlanmaktadır.

ÖZELLEŞTİRMELERİN FARKLI ANLAMLARI

Mali emperyalizmin, IMF-DB gibi uluslararası finans kuruluşlarının çevre ülkelerindeki tahribatının Batı kamuoyunda daha zor fark edildiğini varsaysak bile, bu ülkelerde ve eski sosyalist ülkelerde önemli bir ağırlığı olan KİT‘lerin Batılı şirketlerce hunharca yağmalandığının görülmemesi mümkün olabilir mi? Çevre ülkelerin işçi sınıfları bu mevzileri yeterince savunmamış olabilirler, ama onların mücadele çerçevesi içine bu mevzileri yeniden kazanmanın girmeyeceğini kim söyleyebilir? Dolayısıyla, çevre ülkelerde bir bütün oluşturan anti-kapitalist ve anti-emperyalist mücadele ekseni, bu ülkelerin emekçi sınıflarının bilincine daha net olarak yansımaktadır/yansıyacaktır.

Özelleştirmelere merkez ülkeler ve onların neoliberal ideolojileri merceğinden bakılırsa, devletin sistem içinde üretici/girişimci rolüyle yer almaması gerekir çünkü bu, piyasa ekonomisini çarpıtır. Sistem, kendi ideolojik ve ekonomik egemenliği üzerinde sadece geçmişten gelen kamu girişimlerini tehdit olarak görmez, bunların ideolojik olarak mahkum edilmemeleri durumunda yenilerinin peydahlanacağı kaygısını taşır. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki özelleştirmeler, yeni sermaye birikim modelinin bir gereği olarak başlatıldı. Eski “sosyalist” sistemdeki özelleştirmeler ise kapitalizme geri dönüşün araçları olarak kullanıldılar. Gelişmekte olan ülkelerdeki özelleştirmeler, Washington Uzlaşısı damgalı dıştan dayatmalı küreselleşme reçetelerinin uzantısında oldular.

Küresel egemen sermaye grupları açısından özelleştirmeler, aynı zamanda, rakip ülkelerde ve özellikle sanayileşme sürecini tamamlamamış ülkelerde, ulusal ve kamusal sanayi altyapısının ele geçirilmesi veya tahribi, böylece uluslararası sermayenin bu ülkelere girişinin kolaylaştırılması olarak da uygulandı.

TÜRKİYE'Yİ NEOLİBERALİZME MAHKÛM ETMEK

2000 yılı IMF-DB programından bu yana 23 yıla yakın zaman geçti. AKP dönemi de 20 yılı tamamlamak üzere. AKP döneminin büyük bölümü de IMF programı altında (2008’e kadar) veya etkisinde (2009-2015) geçildi. 2015 sonrasındaki şaşkın politikalar tutarlı bir alternatife tekabül etmiyor. Bugünkü “Altılı Masa” muhalefeti ise yeniden IMF disiplinine dönmekten başka bir seçenek sunmuyor. Ne büyük talihsizlik!

Ama bunun yeni bir durum olduğu veya CHP’nin kendi sağında yer alan siyasetlere ödün vermeye mecbur kaldığı için bu durumun ortaya çıktığı gibi yanlışlara da düşülmemesi gerekiyor. CHP, muhalefetin ekonomik programını tek başına belirleme yetkisine sahip olsaydı dahi çok farklı bir metin ortaya çıkmazdı. Üstelik bunun tarihsel kökenleri son birkaç yılla veya Kılıçdaroğlu dönemiyle sınırlı değil.

2005 yılından tarihi bir örnek belki durumu netleştirebilir. 24 Ocak 2005 tarihli Milliyet Gazetesi’nde tam sayfa bir yazısı çıkan Kemal Derviş (o sırada CHP milletvekilidir), solun etkili olmasının beklendiği Porto Alegre toplantısı öncesinde sola ayar vermeye çalışıyor. (25 Ocak 2005 tarihli BirGün’de “Neo-liberallerin CHP kuşatması” köşe yazımızda buna kısmi bir yanıt vermiştik). Yazar şunları söylüyor:

“Gelir düzeyleri ve borç yükleri bakımından Türkiye’ye benzeyen ülkelerdeki tartışmaları da göz önünde bulundurursak, solda, ekonomiyle ilgili, bazen birbirine karışan ama temelde ayrışan üç yaklaşımı tanımlayabiliriz: küreselleşmenin ve piyasa mekanizmasının çoğu yerde neredeyse bütününe karşı çıkan görüş anlamında radikal sol yaklaşım, popülist sol yaklaşım ve bugün Sosyalist Enternasyonal’i oluşturan partilerce benimsenen, kapsamlı ve kökten reformlar içeren çağdaş sosyal demokrat yaklaşım.” Görüldüğü gibi seçilen “çağdaş” kavramı, daha başlangıçta kendi dışındaki anlayışları karşıt kavrama yani “çağdışılığa” iterek, ideolojik bir dışlamayla tartışma dışına çıkarıveriyor.

Daha o zamandan CHP’yi ideolojik olarak teslim almaya çalışan bu «Çağdaş Sosyal Demokrasi» (ÇSD) anlayışının asıl derdinin ise kendi özgünlüğünü “diğer sollara” karşı değil de neoliberal sağa (NS) kıyasla tanımlayabilmek olduğu anlaşılıyor. Asıl zor olan da herhalde buydu; çünkü aradaki farklar o kadar azdı ki, bunu yapabilmek için sahte ayırımlar icat etmek gerekiyordu.

NS, katıksız bir piyasacı olarak sunulurken ÇSD “doğrudan üretime girmeyen” ama düzenleyici ve denetleyici kamu politikalarını uygulayan ve bağımsız kurumları benimseyen bir devletin savunucusu gösteriliyor. (Aslında NS de bu DB kavramlarından başka bir şeyi savunmuyor). ÇSD, “ulus-devlet üstü kurumsallaşmaya dayanan kamu politikalarının da oluşmasına destek vermektedir. Örneğin, silah ticareti, çevre kirleticileri ve spekülatif sermaye hareketleri üzerine küresel vergilerin konmasına taraftardır”. Ulus-devletlerin harcanması bir yana, fark nerede? Silah ticareti ve çevre kirleticileri vergilerle önlenebilir mi? “Parayı ödeyen kirletir” anlayışının neresi neoliberalizme terstir?

Aslında çevre ülkelerindeki “sosyal demokratların” bile gelişmiş ülkelerin ÇSD›sinden farklı olarak mevcut küreselleşme tarzına ve özelleştirme vb. dayatmalara karşı kararlı bir direnç göstermeleri gerekirdi. Özellikle de Türkiye gibi antiemperyalist bir Kurtuluş Savaşı içinde doğan hareketlerin.

SONUÇ

Her şeye rağmen umutlu olmak için nedenler eksik değil. AKP’nin sömürü ilişkilerini, gelir uçurumlarını, yaşam tarzı farklarını çok daha görünür kılması, işçi sınıfının mücadeleciliğini pekiştiriyor. CHP’nin taban��nda da kamucu ve bağımsızlıkçı görüşleri savunan geniş bir kitle bulunuyor. Türkiye’nin sosyalist solu son derece sağlam ve kararlı bir duruş sergiliyor. AB’cilik gibi zaafları içinde barındırmıyor. Güçlerini birleştirmek, solda etkili bir odak oluşturmak için mesafe almaya çalışıyor. Bu malzemeden iyi şeyler çıkacaktır ve bunun için çok beklemek gerekmeyebilecektir.