Google Play Store
App Store

AB’nin hızla genişlemesi ve sermaye yanlısı politikalara karşı orta ve alt sınıflarda dipten gelen tepki, aşırı sağa verilen oylar olarak yansıdı. Solun güçlenmesinin tek yolu birleşmek ve bu politikacılara bırakılmayacak kadar önemli.

Avrupa’nın evrimi ve geleceği
Fotoğraf: X/@Frrancelnsoumise

Zafer AYDOĞDU 

Önce Brexit (31 Aralık 2020 tarihinde İngiltere’nin birlikten çıkması), sonra son seçimlerde (6-9 Haziran 2024) aşırı sağcı, ırkçı, faşizan eğilimli hareket ve partilerin birçok ülkede seçimlerde önemli başarılar elde etmeleri, Avrupa Birliği’nin (AB) geleceği tartışmalarını yeniden alevlendirdi. Kaldı ki Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte AB’ye üye birçok ülkede bu tartışmalar çok önceden başlamıştı.

Hollanda örneğinde olduğu gibi 2000’li yıllar sonrasında oluşan yeni aşırı sağcı partiler (2006’da kurulan Geert Wilders’ın PVV’si gibi), Birlik’in faydalarını ve zararlarını kendi ulusal çıkarları açısında tartışmaya açarak açıktan AB’ye karşı tepkileri örgütlemeye çalıştılar. AP seçimlerine giderken bu tepkileri daha da geniş kitlere yayarak bu krizi derinleştirdiler.

Bunun sonucunda birçok Avrupa ülkesinde seçimlerde çok büyük bir başarı elde ettiler. Yer yer bazı ülkelerde aşırı sağcı partiler birinci parti konumuna geldi (Fransa örneğinde olduğu gibi). Tüm bu gelişmeler soldan sağa birçok kesimi Avrupa ütopyasını yeniden düşünmeye sevk etti. Jürgen Habermas’ın öngördüğü AB’nin (ortak bir anayasaya dayanan demokratik birlik) bir kez daha henüz bir hayal olduğu seçimlerle tescil edilmiş oldu. Avrupa’nın geleceği var mı tartışmaları halen güncelliğini koruyor.

TARİHSEL EŞİKLER 

Avrupa’nın tarihi bir yanıyla savaşlar, yokluklar, sömürgecilik, kölelik ve birçok çelişkileri bağrında taşıyan; diğer yanıyla Rönesans, Reform, Aydınlanma, felsefi ve bilimsel ilerlemelerle dolu bir tarihtir. Orta Çağ’ın ortalarından itibaren başlayan şehirleşme hareketleri, ticaretin gelişmesi ve bunun akabinde Roma ve Cermen coğrafyasında yeni devletlerin, kültür ve dillerin oluşması, daha sonra da dinsel ayrışmalar, bugünkü birçok Avrupa ulusunun kültürel ve siyasal kimliğine şekil verdi. Bu gelişmeler birçok dönüşümü ve çatışmayı da beraberinde getirdi. Mezhep savaşları, feodalite ile yeni oluşan burjuva sınıfının sermaye hâkimiyetine dayanan çatışması, sınıf mücadelesinin eski çelişkilerin yerini alması Avrupa’yı da dönüştürdü. 19’uncu yüzyılın sonu ve 20’nci yüzyılın başlangıcı itibarıyla, emperyalist Avrupa devletlerinin (ki Almanya gibi çok geç sanayi devrimini gerçekleştiren ülkeler, sömürgelerden pay almak ve pazarlarını genişletmek istiyordu), dünyayı yeniden paylaşmak için arasında çıkan çatışmalar, iki büyük savaşın yaşanmasına yol açtı. Kaldı ki zaten 20’nci yüzyılın başında, Dünya’nın yüzde 95’i sömürgeci devletler arasında pay edilmişti.

Bu tarihsel süreçte önemli rol oynayan Batılı ülkeler, bir daha savaşmamak için, İkinci Dünya Savaşı sonrası (5 Mayıs 1949’da) bir araya gelerek (önceleri 10 ülke), Avrupa Konseyi’ni kurdular. Daha sonraları ise (1951’de)  “Kömür ve Çelik için Avrupa Topluluğu” adı altında birliktelik oluşturdular. 1957’de Roma Antlaşması’yla bu topluluğun ismi “Avrupa Ekonomik Topluluğu’na” (AET) dönüştü. 1962’de Avrupa Parlamentosu’nun (AP) resmi olarak yürürlüğe girmesi ile birlikte ekonomik bir yapılanmanın yanı sıra Birlik, aynı zamanda siyasal bir organa dönüştü. Ulus ötesi bir görünüm arz eden bu yapının evrimi, Birlik’in kimlik tartışmasını da gündeme taşıdı. Özellikle Sosyalist Blok’un dağılması, iki Almanya’nın birleşmesi ve Doğu Avrupa ülkelerinin yüzlerini Batı’ya doğru çevirmeleri, bu arada da Türkiye gibi Müslüman nüfus çoğunluğuna sahip bir ülkenin Birlik’e üyeliği süreci birçok tartışmayı alevlendirdi. İktisadi mi, siyasi mi, kültürel ideolojik bir Avrupa Birliği mi? Sınırların ortadan kalkması, hizmetin, metaların ve sermayenin serbest dolaşması aynı zamanda emeğin ve kişilerin de serbest dolaşmasını beraberinde getirmiştir (1992-1993 Maastricht). 1995’te Schengen Antlaşması ile 7 ülkede başlayan uygulamayla, günümüzde 26 ülkede bireylerin AB içerisinde serbest dolaşması mümkün. AB, 1995’ten itibaren (Avusturya, İsveç ve Finlandiya’nın eklenmesiyle), sınırlarını Rusya’ya ve Türkiye’ye kadar genişletti.

GENİŞLEME SORUNLARI 

Bu hızlı genişleme, 2010’da iflasın eşiğine gelen Yunanistan’da olduğu gibi AB ve üye ülkeler için birçok sorunu doğurdu. Birçok Avrupa ülkesinde kamuoyunda “Neden Yunanistan’ın borçlarını ödemek zorundayız” gibi hükümetlere yönelik eleştiriler doruğa çıktı. Genişlemenin özellikle eski Varşova Paktı ülkelerine doğru olması, bu ülkelerin kültür, siyaset, hukuk ve ekonomik olarak Batı Avrupa’dan birçok bakımdan farklı olması, ülkeler arasındaki dengesizlikler, daha refah içerisinde yaşayan Batı Avrupa ülkelerinde, kuşkuyu ve rahatsızlığı da artırdı. Aşırı sağcı partilerden tutun ulusalcı sosyalist partilere kadar geniş bir yelpazeden “Önce kendi işçilerimize iş, Bulgar, Romen ve Polonyalılara gerek yok” diye eleştiriler yükseldi. Sınırların sonuna kadar açılması, nispeten daha yoksul bu ülkelerden insanların geçici olarak da olsa çalışmaya gelmeleri, ki bu süreç halen devam ediyor, var olan sorunlara yenilerini ekledi. İktisadi olarak zayıf yeni üyelerin külfetlerinin daha çok merkez ülkelerin üzerine binmesi, bu ülkelerin kamuoyu tarafından sorgulanıyor. AB’nin bu konularda aldığı birçok kararın farklı ülkelerin halklarına yansıtılmaması veya söz sahibi olmamaları da eleştiriler arasında önemli bir nokta.

MÜLTECİLER VE UKRAYNA 

Mülteciler ve Ukrayna meselesi ise son yılların en önemli temasını oluşturuyor. Hem Ortadoğu, Afrika, Afganistan gibi ülkelerden hem de Ukrayna’dan gelen yeni mülteci akımlarının eşit paylaştırılmadığı konusunda kaygılar var.

Aşırı sağın söylemlerinde sürekli vurguladığı göç ve göçmenler meselesi. Bu göçlerin sonuçları tüm Avrupa’yı etkiliyor. Ukrayna’ya verilen hem maddi hem manevi destek, AB’yi zorluyor. Diğer taraftan Rusya’ya yapılan yaptırımlar ve Rusya’nın misillemeleri de (tahıl ve gaz meselesinde olduğu gibi), tüm Avrupa’yı etkisi altına aldı. Bu savaş neticesinde enerji fiyatlarının fırlaması, her ailenin ev ve mutfak masraflarının üçe dörde katlamasının kuşkusuz politik sonuçları olacaktı. Hollanda örneğinde olduğu gibi (Kasım 2023 seçimlerinin sonuçları ortada). Enflasyonun yükselmesi, konut sorununun artması da bu sorunlar arasında (sadece Amsterdam’da 14 binin üzerinde evsiz insanın yaşadığı biliniyor). Aşırı sağın algılarından bir diğeri ise, mültecilerin ve Ukraynalıların, maaşların donmasını, yani yerli işgücünün ucuzlamasını sağladıkları. Malum bu insanlar çok daha kötü koşullarda ucuza çalıştırılıyorlar.

GÜVENLİK İLLÜZYONU 

Bir diğer mesele ise güvenlik ve savunma meselesi. Uzun yıllardır AB’nin NATO dışında kendisine ait bir orduya sahip olup olmaması gerektiğine dair tartışmalar sürüyor. Ukrayna Savaşı, savunma harcamalarının artmasını tetikledi ve bu tartışmaları da yeniden harladı. Güvenlikçi politikalar 11 Eylül 2001’den bu tarafa hızla büyüyor. Bugün Hollanda’nın her yerinde tren istasyonlarında en az 10 polisin devriye gezmesi, bu işin ahvalini çok somut ifade ediyor. Her tarafta güvenlik kameraları olmasına rağmen, güvenlik güçlerinin kamu alanlarında ve sokakta kendisini göstermesi, aşırı sağın öteden beri taleplerinden birisi.

Daha fazla güvenlik, insanların güvende olmadıkları kaygısını artırır. Kitle psikolojisini derinden etkiler. Eğer insanlar güvenliklerinin tehlike de olduğu algısına kapılırlarsa, bütçeden daha fazla para ayrılmasına ve önlemler alınmasına ne sağ ne de sol karşı çıkabilir. Güvenlik her şeyden önce gelir. Aşırı sağın bu konuya vurguda bulunması boşuna değil. Ukrayna Savaşı’nın üstüne Hamas’ın yaptığı saldırılar ve akabinde İsrail’in saldırıları, hem ülkelerdeki seçimlerde hem de AB seçimlerinde etkileyici faktör oldu.

SAĞ NEDEN YÜKSELİYOR?  

Yukarda birkaç dış faktörden bahsettik. Her ülke için ayrı faktörler önemli rol oynasa da, AP seçimleri için belli başlı nedenler ileri sürülebilir. Bunların yanı sıra, öteden beri içten içe, daha dipten gelen dalgalanmalar, bu seçimlerde çok daha bariz bir şekilde su yüzüne vurdu. AB’nin aldığı kararların ülkelerden çok uzakta olması, üye ülkelerdeki birçok farklı sınıfı etkilemesi (çiftçiler meselesinde olduğu gibi), bazı ülkelerin çok daha büyük faturalar ödemesi, iklim sorununun sol lobiler tarafından abartıldığı algısının yaratılması gibi, birçok tez ve tezat seçimleri etkiledi.

Elbette daha yapısal etkenler mevcut. Avrupa entegrasyon süreci henüz tamamlanmadı. Ülkeler arasındaki eşitsizlik ve demokrasilerin zayıf olması ve daha gelişmiş ülkelerde de demokrasilerin yeni tehditlerle karşı karşıya kalmaları, başlıca nedenler. Bu yazıda daha çok merkez ülkelerdeki gelişmeler göz önünde bulundurulmuş olsa da, genel görünüm çeper ülkeler (Polonya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya vs) için de geçerli. Milliyetçi dalga, radikal dinci hareketler (Hristiyanlık temelli), sağcılaşma, ırkçı faşizan eğilimler bu ülkelerde de kendine özgü tarihsel seyir ve toplumsal sorunlar sonucunda belirginleşiyor. Kimlikler üzerinden yürütülen politikalar, AB’nin temel kuruluş felsefesini sorgulayarak, son seçimlerde görüldüğü gibi tarihsel olarak bir başarı elde etmiş bulunuyorlar.

Gerçekten de tablo genel olarak ürkütücü. Hollanda sonuçları bakımından her ne kadar Sosyal Demokrat/Yeşil Sol ittifakı en büyük parti olsa da (8 vekil), PVV 6'da kalsa da, genel itibarıyla ırkçı ve faşist partilerin AP seçimlerinde almış oldukları sonuç, iç acıcı değil. Kuşkusuz bunun böyle olacağı çok önceden de biliniyordu. Orta sağ ve solun çöküşü, 40 yıldır uygulanan Neocon/liberal politikalar neticesinde, ayrıca solun da bir türlü hoşnut olmayan orta ve alt sınıflar için politika üretememesi sonunda, bu sınıflar tarihin birçok kesitinde olduğu gibi, yine alternatif olarak sözüm ona popülist (ırkçı-faşizan) partileri ve hareketleri çözüm mercii olarak görüyorlar.

Kuskusuz aşırı sağ akımlar bu meseleleri günah keçisi olarak kullanıyorsa da orta ve alt sınıfların tercihinde tek sebep bu değil. Orta ve alt sınıfların hoşnutsuzluğu çok daha dipte, korona öncesi ve sonrasında uygulanan politikalar sorunlarını derinleştirdi. Küçük burjuvazinin nispeten büyümesi ve büyümenin korona krizi ve sonrasında durması, birçok iflası da beraberinde getirdi. Adeta günlük olarak mağaza ve dükkan tabelalarının değiştiğine tanık olduk. Birçok işyeri uzun yıllardır kapalı ve boş binalara dönüştü.

Fransa’da aşırı sağcı Marine Le Pen’in hareketinin en büyük parti olması sonunda Macron hükümeti istifa edeceğini belirtti. Solda birleşme hareketlenmeleri dillendirildi. AB’nin belkemiği Almanya'da erken seçime gidilir mi, henüz kestirmek mümkün değil, fakat Sosyal Demokrat ve Yeşillerin zayıf oldukları biliniyor. Almanya’da yaşanan sorunlar neticesinde aşırı sağcı AfD oylarını artırdı.

Aşırı sağın güçlenmesi AB ütopyasının da sonu olabilir. Zaten bu partilerin o mercide güçlenmek istemeleri (ki sürekli karşıydılar), AB'yi zayıflatmak ve orta sınıfların taleplerini oralardan zorlayarak karşılamak. Çünkü AB birçok bakımdan ulusal yapıları zorluyor. Onun içindir ki Avrupa'da 1945'ten bu yana barış ortamı yaşanıyor. Yugoslavya’nın dağılması süreci ve Ukrayna Savaşı dışarda tutulacak olursa, Avrupa 70 yıllık bir sulh ve refah dönemi yaşadı (73 petrol krizi, yapısal ve konjonktürel krizler haricinde).

TARİH TEKERRÜR EDİYOR 

Kuskusuz ırkçı - faşist hareketlerin güçlenmesi AB içinde büyük bir sorun olmaya devam edecek. Avrupa’nın geçmiş deneyimleri ortada. Bir bakıma tarih tekerrür ediyor. Liberallerin, sosyal demokratların ve Hristiyan demokratların bir türlü sorunlara çözüm bulamamaları ve güçlü hükümetler kuramamaları, geçmişte de faşizmin önünü açmıştı.

Faşizm içsel (sistemsel) bir olgudur. Asıl kriz daha yolda. Sistem, konut kredileri gibi yollarla insanları ömür boyu borçlandırdı. 2008 krizi bankaların ve firmaların devlet tarafından sübvanse edilmesiyle atlatıldı, fakat orta sınıflar korona krizi dönemi boyunca iflas ettikleri halde aynı yardımı görmediler. Diğer taraftan da AB'nin politikalarından yıllardır mustarip olan çiftçiler (Türkiye’dekinden farklı olarak orta ölçekli aile şirketleri) yaptıkları eylemlerle tepkilerini uzun süreden beri gösteriyorlardı. Bu kesim de aşırı sağa yöneldi.

Klasik teoriden yola çıkarak, küçük burjuvazinin her zaman milliyetçi ve aşırı sağa eğilim gösterdiğini tarih bize göstermiştir. Faşizm finans kapitalin yarattığı sorunların çözümünde varabileceği en uç nokta olsa da, faşizmin beslendiği kitleler yine alt küçük burjuva sınıflardır. AB seçimleri bir kez daha bu gerçeği gösterdi.

Bu seçimler bundan sonra demokratik, sol, ilericilere, sosyal liberallere ve hatta sosyal demokrat Hristiyan partilerine ve çeşitli toplumsal hareketlere (başta sendikalar, kadın ve çevre hareketleri olmak üzere) büyük bir ödev bıraktı. Avrupa’nın 70 yıldır yaşamış olduğu huzuru ve refahı sürdürmesi bu kesimler hem ülkelerinde hem de Avrupa sathında uyguladıkları politikaları gözden geçirmek zorunda. Orta sınıf diye adlandırılan kesimlerin, onların dilini konuşan aşırı sağcı partilerin yaklaşımlarını benimsemelerinin nedeninin kendi seslerine kimsenin kulak asmadığı yapılan analizlerde vurgulanıyor.

SİYASETİN BULANIKLAŞMASI 

Naomi Klein’in ifadesiyle, siyasetin Avrupa ülkelerinde belirsizleşmesi, bir başka deyişle, sağ ve sol arasındaki farklılıkların ortadan kaybolması, birçok seçmeninin neyi ve niçin seçmeleri gerektiğini ayırt edememeleriyle birlikte popülist aşırı sağ eğilimlerin çok farklı perdeden söylem ve propagandaları, kendilerinin unutulduğunu ifade eden kesimler için çekici geldi. Bir bakıma sağ ve sol arasında ideolojik tartışmaların olmaması, ülkenin daha çok teknokratlar tarafından idare edilmesi gerçeğinin AB’de çok daha net gözükmesi, kitleler ve yönetici elit sınıf arasındaki açının büyümesi, orta ve alt sınıfların aşırı sağcı partilere olan eğilimlerinin artmasını tetikledi.

Bu son AB seçimlerinde katılım oranı bir öncekine göre yükselmiş olsa da (yüzde 51 civarında), seçmenlerin diğer yarısı da sandığa gitmedi. Politikaya ve politikacılara güvenin azalması uzun bir sürece dayanıyor. Dünya’nın yaşlı demokrasilerini barındıran Avrupa’da, demokrasinin kırılganlığı ve zayıflaması söz konusu. Aşırı sağ ve radikal tutucu-dinci hareketler, temel özgürlükleri de zorlayarak, demokrasilerin zayıflamasına yol açıyor. Ayrıca bu hareketlerin ABD, Çin, Rusya ve İsrail gibi ülkelerle kurmuş oldukları ilişkiler, söz konusu ülkelerin Avrupa’nın istikrarsızlaştırdığı tartışmalarını beraberinde getiriyor. AB’nin konumunu ABD-Çin-Rusya ekseninde ayrıca değerlendirmek gerekiyor, zira AB ülkelerinin krizleri bu dengelerden bağımsız düşünülemez.

Sağ bölünerek büyüdü. Yeni kanatlar açarak çoğaldı. Sol ise birleşerek büyümek zorunda. Hollanda’da Yeşil Sol (GL) ve İşçi Partisi (PvdA) bunu bir bakıma gösterdi. Fakat bu politika politikacılara ve partilere bırakılamayacak kadar önemli. Onun için kitlelerin ve öz örgütlerinin politize olmaları ve kendi sorunlarına kendilerinin çözümler üreterek partilere ve kitle örgütlerine yön vermeleri, siyasetçileri ve kurumları daha yakından takip ederek denetlemeleri ve etkilemeleri gerekiyor. Sınıf tabanlı toplumsal hareketliliğin olmadığı bir ortamda solun da güçlenmesi mümkün değil. Bir kez daha gördük ki, sağcılaşarak iktidar olunmaz.