Kureyş, Horasan’da hizmet etmekte iken kerametleriyle pirinin hemen dikkatini çeker, pir ocakta yanan bir dalı eline aldığı gibi fırlatır, dal Horasan’dan Nazmiya’nın Zargovit’ine düşer, Kureyş dalın düştüğü yeri mekân tutar. Kureyş’in oğlu Şah Haydar, damarlarında keramet kanı akan bir genç adamdır, kışın elini sürdüğü ağaçların dallarını yeşillendirir, bu yeşilleri yiyen hayvanlar doyar, doyan hayvanlar bu defa aç-bilaç insancıkları doyurur.

O unutulmuş, kalem yazmaz, haritada görülmez soğuk dağlarda, marifet, keramet, hakikat gibi büyük sözcüklerden, yemiş dolu dallar, tok karınlar gibi maddi özlemlerden, üşümüş yalnız insanların en basit özlemleri, bu efsanede en yalın haliyle dile gelmekte. Bir baba ile oğlunun, Kureyş ve Duzgı’nın, Horasan’dan Akşehir’e yayılmış bir kadim ocağın ve mazlum bir halkın yaratılış öyküsü -yüzyıllardır- böyledir.

Zeus bir boğa olup, Prenses Europa’yı kaçırır, Tyre kralı Agenor üç oğlunu kaybolan kızını bulmaya gönderir, biri Trakya’da karaya çıkar, kız kardeşinin ismini alacak toprakları keşfe başlar. Kızkardeş gerçekte hiçbir zaman bulunamaz, ama onu arama ve bulma arayışı sonsuzdur. Bir başka hikâye ise, Fenikeliler’in efsanevi kıtayı bulmak üzere denizlere yelken açtığını ve bu yaşlı kıtayı sonunda ele geçirdiğini anlatır. Tufandan sonra Nuh, Yafes’i verimlilik ve çoğalma için Avrupa’ya gönderir, silahlar ve sınırsız bir yayılma vaadi de söz konusudur. Bir öykü de böyledir.

Avrupa’nın yaratılış öyküleri farklı farklıdır. Ama hepsinde macera, yayılma, sonsuzluk temaları derhal göze çarpmaktadır. Onu keşfetmek, fethetmek, ele geçirmek aslolandır. Efsanelerin icat edilmesinden, Bastil hapishanesinin basılmasından, Paris barikatlarında cesetleri kalan komünarlardan, başı dipçiklenip kanala atılan Rosa Lüksemburg’tan, Hitler’den sonra, macera arayışındaki serserilerin, hippilerin, anarşistlerin, devrimci 68’lilerin geçen yüzyılda bu kıtayı fethetmeye çalıştıkları yeniden görüldü. Awrupa bir sonsuzluktur.

Ve bu yüzyıl, uzaktaki ülkelerinden can havliyle çıkan, denizlerde ya da kamyon kasalarında boğulmaktan kurtulup bir karaya ulaşabilen, transit geçiş merkezlerini ve portatif hapishanelerini aşan az sayıda mülteci de bu iş için seferber olmuş durumda. Aralarında, Avrupa kültüründen, aydınlanmadan ve Rönesans’tan, bireysel özgürlüğüne düşkün insanından, açık görüşlü kadınlarından, içki içen erkeklerinden ve kelimenin gerçek anlamında her şeyinden memnun olmayanlar çok. Kimileri, ulaşmak için herşeylerini feda ettikleri bu kıtanın ahlakını almamaya, kimileri ise ruhundan sakınmaya yeminliler. Ne yazık ki misafirlerin bir kısmı bu halde ve nafile fethetmeye yine de meyilliler. Efsaneler hep günceldir.

İşçileri karın tokluğuna çalıştıran, yeni gelenleri kapıda insanlıkdışı şartlarda bekleten, insanlara birer canlı gibi değil, fabrikalara dolduracağı köleler, Walking Dead olarak bakan şimdiki Awrupa’nın geleceği uzun bir süredir sorgulanıyordu. Zygmunt Bauman tam on yıl önce -haklı olarak- ‘Awrupa macerasının sonu mu’ diye sormuştu.

Şu son üç haftada orada haftalar boyunca süren büyük bir vaka yaşandı. Macron’un ve diğer sevimsiz kapitalist teknokratların yönettiği Fransa, adsız sansız yoksulların kahramanca eylemlerine ve gözkamaştıran fethine sahne oldu. İnsanlık onurunu ayaklar altına alan kapitalistlere karşı, ‘yemiş dolu dallar ve tok karınlar’ için insanlar -tıpkı bir zamanlar Paris barikatlarındaki gibi-, birdenbire ayaklandılar. Ve sadece istediklerini de almadılar, kıta çapında büyük bir sempatiyle karşılandılar; Bauman’ın sorusuna samimi bir yanıt, tarihlerindeki o eski, sonsuz ve güçlü efsanelere ise bir selam verdiler.