Mahallede, milliyetçi-muhafazakar esnaf kardeşime “Arabaya mukayyet ol” diye seslenerek, dükkanın karşısında bulduğum yere, iki arabanın çıkışını da engelleyecek şekilde park ettim.

Öyle seslenip de gitmek olmaz tabii. Mahalle olmanın, mahalleli olmanın farzıdır dükkan önü muhabbetleri, takılmalar. O, “Koministler bastı mahalleyi” diye bana dalarken, ben de “Hadi yine işin iş” diyerek ona yöneldim. “İyisin valla” dedim; “Aya gidiyoruz. Şimdi orada da epey iş çıkar sana, ihya olursun.”

78’de geldim bu mahalleye, 25 yıl aralıksız oturdum. Mahalleden taşındıktan sonra da ayağımı kesemedim. Ne işim olsa, halletmek için oraya giderim hala.

Kendimi, hep gıpta ettiğim babam gibi hissettiğim yerdir mahalle!

Daha önce de yazdım. İlkokul öğretmeni babam, ay başında maaşını aldı mı, kasabanın çarşısını yukarıdan aşağı dolaşır, dükkanlara tek tek girerek ay boyunca deftere yazdırıp aldıklarının parasını öderdi. Girdiği her dükkanda saygı gördüğüne tanık oldu çocuk gözlerim, gurur duydum babamla.

Maaş bazen çarşının sonunu getirmeye yetmezdi. Yine de kalan dükkanlara mutlaka uğrar, kiminde çay içip kiminden yine deftere yazdırarak bir şeyler alır, “Bu ay maaş buraya kadar yetmedi, gelecek ay ödemeye aşağıdan başlayacağım” derdi.

Enflasyon falan da bugünkü gibi değildi, defterde yazan neyse iki ay da geçse değişmezdi.

Babamın o hallerine özendim. Mahallede onu taklit ettim, biraz becerdim de galiba…

Misal, taksi durağına gidip, “Sıra kimde” dediğimde, arabasına koşturan şoför arkadaşın elinde çay bardağı varsa, o sağa oturur çayını içer, ben direksiyona geçerdim bir yere giderken. “Hem sen sürdün hem de para mı vereceksin?” muhabbeti olurdu inerken.

O taksi durağı ki, gece sabaha kadar açık olurdu. Eşimi, çocuklarımı gözüm arkada kalmadan emanet edeceğim bir yerdi yokluğumda… “Kapıda bir tıkırtı duyar da korkarsanız durağı ararsınız” derdim.

Mahalle olmak böyle bir şeydi!

Bana beni babam gibi en çok hissettiren yer o mahalledeki kitap/kırtasiyeydi. Şimdi biri üniversite hocası, diğeri üniversite öğrencisi iki oğlumu, anaokuluna başladıkları günden itibaren oraya gönderdim. “Gidin alın” diyerek. Ne lazımsa; kalem, defter, silgi, açacak…

Gidip aldılar. Bir tek gün bile “Para” soran olmadı onlara. Ben de, babam gibi, parası değil itibarı para eden biri hissettim kendimi. Oğlanlar, bazen yanlarında bir arkadaşlarıyla, alacaklarını aldıktan sonra, para vermeden çıkmanın havasını attılar!

Neredeyse yarım asırdır mahallede ve açıktı orası. Epeydir zorlanıyordu ama. Köşedeki bakkalımız kapanalı bir yılı geçmişti. O ise, bugün yarın okulların açılacağı umuduyla direniyordu. Sanki okullar açıkken zora düşmemiş gibi!

5 liraya aldığı kalemi 6 liraya satıyor, aynı kalemi 10 liraya yerine koyamadıkça sıkışıyor, borçlanıyordu.

Geçenlerde, tam da Erdoğan’ın; “Bazı dostlar, bugün de geldi yanıma, diyorlar ki dükkanlar kapanıyor, şirketler kapanıyor. İşte, açıklıyorum rakamı. Kapanan falan yok.”, dediği gün uğramış, esnafının ne kadar zor durumda olduğunu dinlemiştim dükkandakilerden.

Önceki gün uğradığımda ise icra memuru ve icra avukatı vardı içeride. Ne varsa tek tek not ediyorlardı. Defterler, kalemler, fax makinesi, ısıtıcı, küçük buzdolabı, klima… Her şey gitti. “Bankalar 100 liralık borcu 5 liraya Varlık Fonu’na devrettiler, Varlık Fonu da icra koydu” dedi.

Mahallenin 50 yıllık dükkanının da sonu geldi. Bana beni babam gibi hissettiren esnaf gözümün önünde ölüyordu.

İcracıları içeride bırakıp arabaya giderken buğuluydu gözlerim. Motoru çalıştırdım, radyo da otomatik olarak açıldı: Aya gideceğimizi anlatıyordu!