Ayakkabıları yerlerine koydu. Aynaya son kez bakıp kaşlarını düzeltti. Artık kim olduğunu biliyordu. Bu kadarcık bir süre içinde, bir temmuz ortası gecesi, yaz gecesi işte, öğrenivermişti aslında hep Lidya olduğunu. Şimdilik bu sırrı yalnızca, bu geceye kadar yaşattığı genç delikanlı biliyordu.

Ayakkabı

Onur Akyıl

Ayakkabılar komik, korkunç, endişeli ve hüzünlüdür. Odalarda, kapı önlerinde, dolaplarda ya da bilinmeyen hikâyeleriyle yol ağızlarında, sokak ortasında, mağaza vitrininde öylece durur ve beklerler. Fakat bir ayakkabı her zaman bir maceradır. Ölümü, yoksulluğu, cinayeti, yasak ve hızlı yaşanmış, yaşanmak zorunda kalmış zaman dilimlerini, kusursuz çağrıları, genç ve güzel kadınların gözyaşlarını ve daha nice enteresan şeyi ayakkabılarda görmek mümkündür. İnsan gövdesinin en uzak parçasıdır ayakkabı ama buna rağmen bütün bir günü, yalnızca günü mü, bütün zaman dilimlerini emer, biriktirir, saklar ve asla kendisinden başka hiçbir şeyle paylaşmaz.

İnsanın konuşmayı beceremeyen sırdaşları arasında ayakkabıların yeri oldukça önemli, oldukça başka, oldukça tuhaftır. Şimdi hafifçe başınızı önünüze eğin ve ayakkabılarınıza bakın, sizinle birlikte nasıl yaşadıklarını ve yıprandıklarını görün. Ayakkabılarınızın ayaklarınız kadar önemli olduğunu anlayın, ayaklarınız yalnızca ayaklarınızdır çünkü… Eğer biraz tutkulu biriyseniz ayaklarınız olmasa bile ayakkabılarınız olabilir, hatta mutlaka vardır. İşte bu yüzden birisi öldüğünde, öldüğünüzde kapının önüne ayakkabılarınızı koyarlar; bu yol bitti demektir. Ayakkabılarınız dünyada kalmıştır ve beklemeye devam eder…

Ama bizi ve geriye kalan bütün bir insanlığı ilgilendiren şey ölümden öncesi, dünya üzerinde olup bitenler. Dünya insan şaşkınlıklarının ürünüdür ve aslında yalnızca bunun için, bunun yüzünden döner. İnsanlar şaşkındır; şaşkın yaratıklardır.

Bildikleri şeyler insanları boğar, bilmedikleri şeyler ise nefes aldırır; insanın özünde yatan temel şaşkınlık da budur.

Etrafınıza baktığınızda herkesin emin oldukları şeylerden keyif de aldıklarını, daha doğrusu keyif aldıklarını zannettiklerini görürsünüz. Henüz ayakkabılar önemlerini hissettirmemiştir. Evet, herkes bildiklerinin, anladıklarının daha doğrusu başkasına usulca satabileceği şeylerin peşinden gider. Bu çağın zekilik anlayışıdır, doğru hamleler yaparak mutlu olunabileceğine inanılır. Oysa doğru hamleler satrançta bile işe yaramaz, tabi zafer denen şeyin sizin ne denli boktan biri olduğunuzu ortaya çıkaran en büyük güç olduğunun farkında değilseniz. Peki, atıp tutmayı ve tartışılacak sonuçları olan büyük tespitler yapmayı bir kenara bırakalım ve ayakkabıların hayatımız açısından ne denli önemli olduğuna geri dönelim.

Bahsedeceğimiz konu son derece hassas, içinde birçok tehlikeli durum var. Benim açımdan değil, belki sizin açınızdan da değildir ama şu kalabalık, şu gittikçe sağırlaşan kalabalık açısından pek de hoş karşılanmayacak ve olması gerektiği biçimde değerlendirilemeyecek şeyler… Lidya. Kendisine Lidya denmesini arzulayan biri vardı. On dört yaşındaydı ve erkekti. Lise de ikinci yılıydı. İkinci yılın sonunda yaz tatilinde, bir gece evde kimse yokken ayakkabıların ne denli önemli şeyler olduğunu anladı ve bir insanın başına gelmesini kimsenin istemeyeceği şeyler yaşadı. Evet, bu aptal insanların bitmek bilmeyen şaşkınlıklarından biri de budur; hem her şeyi, her kötülüğü yaparlar hem de keşke böyle şeyler yaşanmasaydı derler.

Evdekiler, o yaz gecesi, Temmuz ortaları sanırım, hava almak ve çekirdek çitlemek için dışarı çıkmışlardı. Lidya evde yalnız; evde yalnız kalmak şeytan çağırmak demektir. Şeytan gecikmez ve hemen gelir, şeyler bozulur, gölgeler artar, ışıklar kendiliğinden söner sonra ve bir ter damlası hafifçe bütün vücudunuzu gezerek, size kim olduğunuzu sorar. Bu her zaman olan bir şey değildir ama mutlaka bir kez olur ve olduğunda da eninde sonunda, o size kısacık gelen anda kim olduğunuzu öğrenirsiniz. Lidya da o gece kim olduğunu öğrendi. Neden o an, o gece bunu bilmek imkânsız, insan işte; kendi şaşkın, özü şaşkın, doğası şaşkın.

Lidya; daha doğrusu kendisine Lidya denmesini isteyen, öyle anılmak isteyen bu delikanlı, onu ele geçiren gizemli bir gücün yardımıyla anne ve babasının yattığı odaya gitti. Tarif edilmesi imkânsız bir heyecan vardı içinde, işte o gizemli güç ona ne yapması gerektiğini fısıldıyor o da hiçbir direnç gösteremeden talimatlara uyuyordu. Annesinin yatak odasındaki dolabını açtı ve kadının donlarını teker teker incelemeye başladı. Evet, Lidya don inceliyordu, Temmuz ortaları, bir yaz gecesi, evde kimse yokken. Bazılarını komik buldu, bazıları öyle yumuşaktı ki yüzüne sürdü, bazılarını kokladı. Annesinin gerçekten epey donu vardı. Bu komik. Sonra iç çamaşırlarını yerlerine koydu, bunu yaparken konsolun üzerindeki aynada kendini fark etti. Kendine baktı. Kaşları çok güzeldi. Kaşlarını beğeniyordu. Kaşlarıyla oynamaya başladı. Elleriyle düzeltip duruyor ve aynaya çeşitli biçimlerde gülümsüyordu. Neşesi gittikçe arttı ve dans etmeye başladı aynanın önünde. Evet, tahmin ettiğiniz gibi bu aslında Lidya’nın kendini ilk görüşüydü aynada. Daha önce aynaya baktığında kendine benzeyen, kendine çok benzeyen genç bir delikanlı görüyordu. Şimdi buraya, insan aynaya baktığında çoğu zaman başkasını görür, gibi Rimbaud esintili bir şey yazmak istemiyorum ama tam olarak durum bu; gerçekten de insan aynaya baktığında çoğu zaman başkasını görür. Başkalarının gördüğü kendini görür aynada insan ama bir yerinden, bir yerde kırılır işte ayna ve gerçekleri göstermeye başlar. Demek insanın bazen kırık aynalara da bakması lazım… Sağlam ama kırık aynalara… Aynalar evet, içimizde kırılmalı.

Lidya dans etmekten yorulunca yatağın üzerine oturdu. Yatağa baktı, yastıklara ve çarşafa ve yatağın ucunda koca bir salyangoz gibi duran battaniyeye ve yorgana. Yataklar aşkın sıradanlığını böyle kanıtlıyorlar; ne saçma. İnsanın dünyadaki tek gerçek yeteneği olan sevişmenin ardından toplanan yataklar… Kıvrılan battaniyeler, yorganlar… Lidya yatağın anlamsız bir şey, bir yer olduğuna kanaat getirdi. İlk sevişmesini asla bir yatakta yapmayacaktı, bu geçti aklından. Kafasında bu düşüncelerle başını hafifçe çevirip, odayı süzdüğünde de ayakkabıları gördü. Aynadan, kaşlarından sonra ona kim olduğunu söylemek için sabırsızlanan topuklu, turuncu ayakkabıları.

Ayakkabıları eline aldı ve neden bilinmez kokladı. Uzun süredir giyilmedikleri belliydi, parlıyorlardı. Topuklu ayakkabıların sivri uçlarını yavru bir köpeği, ya da kediyi sever gibi okşadı. Topuklu ayakkabıların sivri uçlarının elini, parmaklarını birden kapıvereceklerini sandı. Ayakkabıları yere koydu ve bir süre izledi. O gizemli güç, o içinden konuşan şey ayağa kalkmasını söyledi. Ayağa kalktı. Giy dedi, giydi. Ayaklarındaki turuncu topuklulara baktı ve istemsiz kalçasını biraz dışarı çıkardı. Ayna beni izliyor mu diye aynaya baktı, ayna onu izliyordu, ayna gülüyordu, aynada kahkahalar vardı. Birden topukluları fırlatıp ayaklarından, eşofmanını çıkardı ve topukluları tekrar giydi. Tekrar kalçasını dışarı çıkarıp aynaya baktı. Ayna kahkahaları kesmiş, hayranlıkla onu izlemeye devam ediyordu. Ayakkabıları yeniden çıkardı ve onlara sarıldı. Ayakkabıları yerlerine koydu. Aynaya son kez bakıp kaşlarını düzeltti. Artık kim olduğunu biliyordu. Bu kadarcık bir süre içinde, bir temmuz ortası gecesi, yaz gecesi işte, öğrenivermişti aslında hep Lidya olduğunu.

Şimdilik bu sırrı yalnızca, bu geceye kadar yaşattığı genç delikanlı biliyordu. Fakat o da bu sırrı öğrenmenin tanımlanamaz ruh haliyle o gece çekip gitti. Lidya’nın bu sırrını açıklayacak, onu ele verecek tek tanık da kendiliğinden yok olmuştu.

O yaz gecesinin üzerinden yirmi sene geçti. Lidya bir gündüz, Kemerlatı’ndan kendine yeni, yepyeni bir çift turuncu topuklu aldı. Sarı saçları göğüslerinin üzerine dökülüyordu. Ayakkabıcı yardımcı oluyor ayaklarında gözlerini göğüslerine dikmişti. Ağzı sulanmıştı adamın. Lidya böyle anlarda hep büyük bir keyif alırdı. İstenmek onu mutlu ediyordu. Adama tehlikeli bir gülücük atıp ayakkabıcıdan ayrıldı.

Şimdi yeniden büyük bir aynanın önündeydi. Işıklı, bol ışıklı bir yerde… Yeni turuncu ayakkabılarını giydi. Parfüm sıktı. Saçlarını savurdu, rujunu sürdü. Yıllar önce onu bir yaz gecesi, temmuz ortalarında, terk eden delikanlıya benzeyen, en az onun kadar yakışıklı bir delikanlının masasına oturdu.

Sahnede, zamanında başka renk topuklu ayakkabılar giymiş, başka bir Lidya vardı. Turuncu ışıklar dönüyordu.
Birkaç saat sonra topuklularını çıkardı. Bazen vuruyorlardı.