Sahici bir başkaldırıyla önce kendimizi, sonra her şeyi yıkıp yeniden inşa etmezsek, başaramazsak bunu, sütunun mermer tabanı gibi ayrılmaz parçamız olacak horlanmışlığımız, biat edişimiz, boyun eğişimiz… gün gelip ejder tarumar olsa, yılanın başı kopsa da yenilmiş sayılacağız.

Ayaklanma çağrısı

ONUR BEHRAMOĞLU / @onurbehramoglu

Leylâ Erbil, ‘Üç Başlı Ejderha’ kitabını 8 Kasım 2008’de şöyle imzalamış: “Benim sevgili dostum Onur Behramoğlu’na, hayatımızın sonsuz soruları arasından bir ufak kesitle merhaba.”

Kadıköy Kız Lisesi önünden her geçişimde, herhalde ‘Kız Lisesi’ adının yarattığı efsunla kamaşan delikanlı bir heyecanla aşkı, şiiri, Kadıköy’de geçen gençliğimi düşünürüm. Leylâ Erbil’in de bu okulda okuduğunu hatırlar, o esnada çevrede gördüğüm genç kızlar arasında ona benzeyen birilerini arar, bulamasam da kolunun altında birkaç cilt roman ve ille de şiir kitaplarıyla muhayyel bir Leylâ düşleyerek Bahariye’ye doğru yürümeye devam ederim. Mecnun’dan daha istidatlı bir âşık olduğuma duyduğum sarsılmaz inançla kendimi dinlerken, lise bahçesinden alınıp sonradan Sabancı Müzesi olacak köşkün bahçesine götürülen at heykelini hatırlarım birden; atın şahlanışının hayatlarımızdan alınıp götürülmüş nice şeyi de hatırlatacağını bilerek.

Bir zamanlar denizin üzerinde hülyalı bir yelkenli gibi salınıp duran tarihi lise binasının önüne görgüsüzce dikilmiş müteahhit işi biçimsiz kütle gelip oturur sonra böğrüme, soluğumu kesip öldürmeye niyetli. “Her yer Taksim her yer direniş” meydan okuyuşuna karşı her yer beton, her yer sıva, tuğla, kiriştir artık! Tevfik Fikret’in “Bin kocadan artakalan el değmemiş dul” saydığı İstanbul sisler ardında yitip gitmektedir gözlerimin, gözlerimizin önünden. Sisler ardında ırzına geçilmektedir şehrin; müdür bey imzaları, vali bey onayları, bakan bey talimatları, başbakan afur tafurlarıyla. Oysa, “Tanrının mimarlık ettiği kent bu”, öyle demiştir Leylâ Erbil.

60’lı yıllarda okulda okuyanların, parkeler bozulmasın diye içerde ayakkabı değiştirdikleri bilinir. Karanlık köşelerinde gizemli öyküler hayal edip yazarlığa heves etmiş, aşağı bahçedeki çeşmenin etrafında oturup şarabi hayallerle denizi izleyerek dizeler mırıldanmış, geçmiş zamanları duymaya olanak sağlayan bir mekânda yaşanmış yılların tesiriyle mimar olmuş, sanat tarihçisi olmuş, sanatçı olmuş kadınlar vardır. İşte onlardan biri: “Gençsin der içimden bir ses,,, paylaş birikimlerini,,, fıkırdayıp durur ikinci bellek,,, paylaşma,,, paylaşma bu sürü toplumuyla paylaşma sakın hiçbir şeyi,,,” Dilin melodisini borçluyuzdur virgüle; hiçbir inceliği görmeden koşaradım gitmek yerine bir parça susar, soluklanır, müziğini duyarız sözcüklerin. Onunla bir yerlerimizi kanırtıp kanatmak istercesine üçünü yan yana getirip öyle seslenmiş Leylâ Erbil. Marksizm yerine hümanizm diye diye kilisenin, caminin güçleneceğini, Orta Çağ’dan çıkılmayacağını söylemiş çünkü, umursayan olmamış. Hıncını başkaldırıya değil uyduruk bir şeylere dönüştürenleri görmüş. En iyisi susmak, ama susamaz da insan, nokta koyamaz, virgüle sığınır; nokta ölümdür-virgül hayat, insandaki yaşama içgüdüsü daima ağır basar, insan ölümün üstüne kolay kolay gidemez öyle, arada bir Kadıköy’de filan yürüyüp düşüncelere dalmak, düşüncelerini paylaşan bir yol arkadaşının da elinden tutmak ister, işte bunları sezmiş.

‘Üç Başlı Ejderha’yı kim bilir kaçıncı kez okuduğum bir gecenin sonunda, kitapta geçen “Ne yapalım işte öyle buraların allahı” cümlesi dize olmuştu şiirime: “Ne yapalım işte öyle buraların allahı / katlanıp kıvrılarak cüzdana yerleşen / ne yapalım işte öyle / ince süreğen mor bir bıçak / ağzımı boşluğa dayadığımda...” O mor bıçak, o morglarda üst üste yığılmış çocuk ölüleri morluğundaki bıçak gırtlağımıza dayanmış artık, Nâzım gibi “Çocuklar öldürülmesin / şeker de yiyebilsinler” demek ihanet sayılır olmuş, paraya-savaşa-güce tapanların, doymak bilmez açgözlülükleriyle güzelim ülkeyi bozbulanık bir şantiyeye çeviren kaba saba adamların, gemi azıya almış ciğeri beş para etmez namussuzların nazarında. Demek ki ayaklanmanın vaktidir, kalbi ayaklandırmanın…

Ne demişti Gülten Akın? “Utanılacak bir şeymiş, öyle diyor Camus / tek başına mutlu olmak / sesler ve öteki sesler, nerde dünyanın sesleri / leke dokuya işledi / susarak susarak.” Sesleri ve öteki sesleri duyacağız; her şeyi yakıp yıkma hıncını aşmış, insanı insanlığa davet eden bilinçli başkaldırının bilgiyle, kültürle, sevgiyle yoğrulmuş seslerini. Susmayacağız çünkü susarsak kulampara kucağında âciz oğlanlar gibi gülmeye devam edecek dünya! Susmayacak ve ‘Üç Başlı Ejderha’da kendini Sultanahmet’teki Burmalı Sütun’un tepesine bir Türk bayrağı olarak asmayı düşünen, evladını yitirmiş acılı anneden utanarak itiraf edeceğiz: Her iktidar simgesi gibi Burmalı Sütun’un da asıl işlevi, muktedirin, sütundaki üç başlı ejderha ile temsil edilen tanrısal bir güçle de korunmakta olduğuna inandırmak. Şiddete olan meylimiz, yüzleşmekten kaçtığımız karanlık taraflarımız, kendimize özgü körlüğümüz, cehaletimiz, kibrimizle zalimi yaratan da biziz aslında; “Ah!,,, içinde boş inançlardan başka değer taşımasına izin verilmeyen ve durmadan sığınacak koltuk altı aramak zorunda bırakılan bizhalk, (avam, cemaat, taban, yoksul, cahil, ahali, köylü, kentli, kasabalı, baldırı çıplak, amele, aşiret, ümmet, proletarya, millet)”

Sahici bir başkaldırıyla önce kendimizi, sonra her şeyi yıkıp yeniden inşa etmezsek, başaramazsak bunu, sütunun mermer tabanı gibi ayrılmaz parçamız olacak horlanmışlığımız, biat edişimiz, boyun eğişimiz… gün gelip ejder tarumar olsa, yılanın başı kopsa da yenilmiş sayılacağız.

Ama hani Can Yücel’ce bir eşkıyalıkla “Fildişinden bir kuleydim yıktım kendimi” dersek, yıkabilirsek kendimizi, çirkinlerin en güzeli olacak, belki yedi belki sekiz bela kesileceğiz başlarına!