97 yıllık Cumhuriyet tarihimizin çok büyük bir kısmı “Dinle devleti ayıralım, devlet idaresine çağdaş bilimi egemen kılalım” diyen kadroların -gizli ya da açık- karalanması ile geçti ve çok partili hayatta da; din, oy avcılarının etkili bir aracı haline geldi. İşte bugün gelinen noktada, Ayasofya kararı, bu kavgada tutucuların son “zaferi” olup aslında yine biçimin öze, ibadetin vicdan özgürlüğüne karşı kazandığı zafer niteliği taşıyor.

Ayasofya, din ve siyaset

Ayasofya beklenmeyen, gündemde olmayan, siyasi kaygıların ağır bastığı bir kararla camiye çevrildi. Beklenmiyordu çünkü bu yönde muhafazakâr kitlelerde dahi güçlü bir arzu yoktu. Daha bir ay önce Metropoll’ün yaptığı ankete katılanlardan ancak yüzde 46,3’ü “Ayasofya cami olsun” demişti. AKP yanlıları arasında bile “müze olarak kalsın” diyen yüzde 21,6’lık bir kesim vardı.

Aslında İslamcı kesim memnundu. Necip Fazıl’ın rahlesinde yetişmiş, “Büyük Doğu” hayalleriyle yoğrulmuş nesil on sekiz yıldır iktidardaydı ve dinle ilgili en önemli talepler çoktan halledilmişti. “Laikçi zorbalık“, “din düşmanlığı” gibi iddialar tarih olmuş; muhalefet liderlerinin karara “hayırlı olsun!” dediği, hatta Ayasofya’da ilk namazı kılmak için davet beklediği günlere gelinmişti!

***

Oysa yeni dönemde sadece roller değişti ve zorbalık şikâyetleri daha çok laik cepheden gelmeye başladı. Aslında temelde köklü bir değişiklik olmadı ve bugünlere din, ilahiyat ve felsefe konularında hiçbir ciddi tartışma yapılmadan geldik. Aksine, neredeyse herkes “Aman dini tartışmayalım; dindarları üzmeyelim!” diyor ve çok dar bir gurup dışında kimse de çıkıp “Peki ama Türkiye‘de İslam denilince ne anlaşılıyor? Tarihi referansları neler? 21. yüzyılda nasıl Müslüman olunur?” diye soramıyor. Buna karşılık din adına TV kanallarında bol bol “haram” ve “helal” dersleri veriliyor!

Aslında her din, ilkeler (Akaid) ve tapınma (İbadad) şeklinde iki ana daldan oluşur ve tarihte dinleri ilahiyat, felsefe ve bilimle temasa getiren, çağıyla uyumlu kılan da hep ilke ve doktrin tartışmaları olmuştur. Modern rasyonalizm bu tartışmalar içinde doğdu ve akılcı felsefenin kurucuları ne ateist ne de dinsizdi. Descartes, Cizvit okulunda okumuştu ve Tanrı’yı kanıtlamaya çalıştığı “meditasyon”larını Sorbonlu ilahiyatçılara ithaf etmişti. Amacı ilahiyat ile kuşkucu düşünce arasında bağlar kurmak ve bu amaçla dogmaları sorgulamaktı.

Onu yüz elli yıl kadar sonra da Kant izledi ve sorgulama daha da radikalleşti. Kant agnostikti; insan aklının Tanrı’yı kavrayamayacağı kanısındaydı; fakat Tanrı‘nın varlığını da ahlakî yaşamı temellendiren yararlı bir postüla olarak kabul ediyordu. Ünlü bir eserinde üniversitelerde “ilahiyat” yerine “felsefe”nin egemen olmasını da bu inançla savundu. Almanya’da modern üniversitelerin beşiği sayılan Humboldt Üniversitesi bu esas üzerine kurulmuştur.

***

Oysa Osmanlı Devleti’nde gelişmeler çok farklı oldu.

Yüzyıllar boyunca dinde “ibadat” vecibeleri,“akaid” sorgulamalarından daha önemli sayılmış ve İslam tefekkürü de yüzlerce yıl önce yazılmış kitapların okunması, yorumlanması ve yorumların yorumlanmasıyla sınırlı kalmıştı. Çağdaş düşünceye açılmak, özgür akla sığınmak isteyenler ise ya zulme uğruyor ya da ülkeden kaçıyorlardı. Ortada adeta “İlahiyat zamanla ya özgür felesefeye dönüşür ya da donarak kalıplaşır“ diyen Engels’i doğrular bir durum vardı.

Ne yazık ki 97 yıllık Cumhuriyet tarihimizin çok büyük bir kısmı “Dinle devleti ayıralım, devlet idaresine çağdaş bilimi egemen kılalım“ diyen kadroların -gizli ya da açık- karalanması ile geçti ve çok partili hayatta da; din, oy avcılarının etkili bir aracı haline geldi. İşte bugün gelinen noktada, Ayasofya kararı, bu kavgada tutucuların son “zaferi” olup aslında yine biçimin öze, ibadetin vicdan özgürlüğüne karşı kazandığı zafer niteliği taşıyor. Kararın imzalanmasından sonra Erdoğan, zaferi, müminleri adeta 15. yüzyılda yaşatmaya çalışan coşkulu bir konuşmayla kutluyordu.

***

Oysa daha geçen yıl, bir mitingde “Ayasofya!” diye bağıranları, “Yan tarafta Sultan Ahmet’i doldurmayacaksın, Ayasofya’yı dolduralım diyeceksin; bu oyunlara gelmeyelim; bu bir tezgâh!” diye terslemişti. Üstelik işin bir de “götürüsü“ olduğunu hatırlatmıştı.

Peki, bu bir yıl içinde neler değişti? Nasıl oldu da “oyun”, “oyun” olmaktan çıktı? Bu arada Sultan Ahmet dolup taşmaya mı başladı? 86 yıl önce dış güçlerin Atatürk’e imzalattıkları (!) kararı iptal etmenin ve milli iradeyi töhmetten kurtarmanın sırası mı geldi?

Aslında bu konularda değişen bir şey yoktu. Değişiklik daha çok devlet yönetimiyle, Türkiye’nin her gün biraz daha ağırlaşan sorunlarıyla ilgiliydi.

***

Gerçekten de son bir iki yıl içinde kriz, savaş, koronavirüs derken zaten çıkmazda olan bir politika büsbütün iflasın eşiğine gelmiş bulunuyor. Artık istatistik oyunları bile işsizlik artışını gizleyemiyor; en temel ihtiyaç maddelerinde fiyatlar devamlı artıyor; döviz girdileri ve yatırımlar durma noktasında ve ekonomi de giderek borcun borçla çevrilemeyeceği noktalara savruluyor.

Ya dış politika?

Çoktandır iç politikayı da belirler hale gelen dış politikada durum daha iyi değil. Ortadoğu’da, Afrika’da, Avrupa’da Türkiye karşıtı cepheler oluştu; AB artık “Türkiye’ye yaptırımlar”ın konuşulduğu özel toplantılar düzenliyor ve daha da önemlisi, Rusya ile de ipler iyice gerilmeye başladı. Artık kimse S-400’lerden söz etmiyor; Libya’da Vatiyye üssü bombalandı ve BM’nin Türkiye üzerinden İdlib’deki sığınmacılara yaptığı yardım da Rusya tarafından engellenmeye başladı. Ocak ayında Türkiye’deki dört geçiş kapısından yapılan yardımlar, bunun rejim aracılığıyla yapılmasını isteyen Rusya’nın baskılarıyla bire indirildi. Üstelik tam da İdlib’de ilk koronavirüs vakasının görüldüğü sıralarda! İşte en çok Rusları incitecek olan Ayasofya kararı da bu koşullarda alındı.

***

Ortodoks Hristiyanlığın yeniden canlandığı bir ülkede, milyonlarca Müslümanın da başkanı olan Putin, Rusya’da iktidarını İslamcı entegrizm ile savaşarak pekiştirmiş, fakat köktendinciliğin Grozny’de uyguladığı yıkıcı politikayla yok edilemeyeceğini anlamıştı. Bu yüzden de Müslümanların kalbini kazanmak amacıyla ülkede birçok cami yaptırdı. Bunların -on bin kişinin namaz kılabileceği- en görkemlisi, Moskova‘da 15 Eylül 2015’te, Erdoğan ve Filistin devlet adamı Mahmud Abbas’ın da katıldıkları büyük bir törenle açılmıştı. Törende Rusya Federasyonu Müftüsü, Rusya’nın aynı zamanda bir İslam devleti olduğunu söyleyen Putin’i övüyor, Putin de Kuran’dan ayetler okuyordu.

Rusya’daki din politikası buydu; buna karşılık Türkiye’de Ayasofya’nın tekrar cami yapılması ne gibi tepkilere yol açabilirdi? Yanıt hemen geldi: Dışişleri Bakanlığı kararın Türkiye’nin iç sorunu olduğunu, buna saygı duyduklarını söylüyor; buna karşılık Putin de, kendisini arayan Erdoğan’a, kararın ülkesinde “büyük toplumsal tepki” yarattığını anlatıyordu. Herhalde bunun da sonuçları olacaktı?

***

Bütün bunlar uluslararası arenada Türkiye’nin yalnızlığının arttığını gösteriyor ve Beştepe’nin gözleri de, çaresizlik içinde, giderek daha fazla Beyaz Saray’a doğru çevriliyor. Galiba en acıklısı da bu! Çünkü Beyaz Saray’da oturan kişinin, faşist fikirleri dışında, ne kadar güvenilmez ve yalancı biri olduğu, bizzat kendi ülkesinin basınında, sayılarla kanıtlandı. Üstelik bütün seçim anketleri de açık ara, kendisinin yakında iktidardan kovulacağı yönünde işaretler veriyor.

***
İşte bugünlerde karşımıza çıkan “büyük resim» böyle ve AKP iktidarı bu olumsuz tabloyu değiştirmeye çalışacağına halkı coşturmaya, dini duyguları aşan, herkesi birleştiren milli bir coşku yaratmaya çalışıyor! Anlaşılan Ayasofya’ya el koyma ve oradaki ikonları gizleme fikri de bu niyetle akla geldi.
Peki, bu karar beklenen coşkuyu yaratabildi mi?

Görüldüğü kadarıyla, yaratamadı! Abdülhamit İslamcılığının harekete geçiremediği ruhları, İttihatçı milliyetçilik de coşturamadı. Buna karşılık, olay, yurtdışında büyük yankılar ve büyük kaygılar uyandırmayı başardı.

***

Aslında Batı’daki kaygılar, dini nedenlerden çok, müttefik ve Ortadoğu’da ağırlığı olan bir ülkenin giderek daha keyfi ve istikrarsız bir rejime doğru sürüklenmesinden doğuyor. Batı optiğinde, Türkiye, giderek ittifak bağlarına aldırış etmeyen; ortak değerleri, ortak duyarlılığı hiçe sayan; hep “milli çıkarlar»ı öne sürüp bunları da çok dar bir grup içinde, seçim hesaplarıyla belirleyen bir ülke haline geldi. Bu son karar da adeta “dünyaya meydan okuma” havasında ilan edildi.

Batılı devlet adamları ve kamuoyunu oluşturan en etkili organlar bu koşullarda olayı kınamaya ve kararın aslında iç politika dürtüleriyle alındığını ileri sürmeye başladı. Almanya‘da Süddeutsche Zeitung “Erdoğan, dünya çapındaki kaygılara sırt çevirdi” diyor, İngiltere‘de de The Economist dergisi kararı “Bugünlerde yabancı güçlerle kapışmak Türkiye’de işe yarıyor” diye yorumlayarak şunu ekliyordu: “Oysa bu değişiklik ülke itibarına onarılmaz bir darbe teşkil edebilir.” 11 Temmuz’da yapılan AB özel toplantısında ise Türkiye gıyaben yargılandı ve ittifakla kınandı. Yine de Türkiye’den tamamen kopmama konusunda özen gösterilmiş, yaptırım talebi reddedilmişti. Bu da şunu gösteriyordu: Varılan noktada, Türkiye ile AB‘yi artık ortak değerler değil, sadece Ankara’nın ara sıra salladığı “3,5 milyon sığınmacı” tehdidi bir arada tutuyordu!

***

Aslında, Erdoğan’ın mutlak otoritesini kuramamış olduğu ilk yıllar hariç, AKP iktidarı, dış dünyadaki kaygılara hiçbir zaman fazla önem vermedi. Cumhurbaşkanı yabancı dil bilmiyor; üstelik uyguladığı politika hakkında dış basında yazılanlar da anlaşılan kendisine doğru dürüst aktarılmıyor. Bu durumda imaj politikası ve “dış itibar” konularında özel bir duyarlılığa ihtiyaç kalmıyor ve iç politika hesaplarıyla müttefik ülkelere en ağır hakaretlerde bulunmada hiç sakınca görülmüyor.

Aynı şekilde, Tayyip Bey, Türkiye kamuoyunu da ancak “seçim anketleri” çerçevesinde izliyor ve bu da partisini sadece belli zümre çıkarlarını gözeten bir seçim makinesi haline getiriyor. Nitekim anketler alarm işaretleri göstermeye başlayınca, AKP çevrelerinde telaş da arttı ve eskiden akla gelmeyen, göze alınamayan kararlar da kolayca alınmaya başladı. Bu bağlamda son kararda DEVA ve GELECEK partilerinin önünü kesme, onları daha beşikteyken boğma umudu da rol oynamış olabilir.

***

İşte “erken seçim» tartışmaları da ülkede bu koşullarda gündeme geldi. Oysa şimdi birileri, “Bu ne saçmalık!» diyorlar; “seçime daha üç yıl varken, iktidar partisi neden böyle bir risk alsın?»

Aslında yanlış da değil! Ama yine de unutulan bir şey var. Köklü demokratik gelenekten yoksun, istikrarsız ülkelerde, iktidar partileri her zaman iktidarlarını uzatmak, ya da tabanlarını perçinlemek için erken seçime gitmezler! Bazen de koşullar onları kendi yarattıkları enkazın altında kalmamak için iktidardan kaçmaya zorlar. Örneğin bizde daha önceki dönemlerde de büyük krizler yaşandı; zaman zaman ülke yönetilemez hale geldi. Ne var ki böyle durumlarda, egemen sınıflar, “enkazı kaldırma” görevini TSK’ye veriyor ve o da acımasız operasyonu bitirdikten sonra, eski takım, “ara rejim”de ısınma hareketlerini tamamlamış olarak, tekrar sahaya dönüyordu! Oysa o günler artık geride kaldı; kral çıplak ve “Cumhur İttifakı” tarihi sorumluluğuyla baş başa.

***

Yine de çeşitli olasılıklar var!

Eğer ülke, önümüzdeki bir iki yıl içinde, çok farklı nedenlerle de olsa, 1978-80 yılları arasında olduğu gibi yönetilemez hale gelirse, iktidar bloku da bir seçim yapmak zorunda kalabilir; ya enkazı başkalarının sırtına yüklemeye çalışır ve bu yolda erken seçimler de bir can simidi olabilir ya da uygulanan sınıf politikasını daha da radikalleştirerek “ara rejim” icraatını tek başına üstlenmeye kalkar ve bu da bardağı taşıran damla olarak sonunu getirir. Oysa ne yazık ki, halkımız, böyle durumlarda enkazın kimin sırtına yüklendiğini de acı tecrübelerle öğrendi.

Öğrendi de, bundan gerekli dersleri çıkardı mı?

Gelişmeler pek de çıkarmadığını gösteriyor. Belki şimdilik tek teselli şu olabilir: Bu ülke şimdiye kadar hiçbir zaman gerçekten halkçı bir rejim altında yaşamadı ama halkı kandıran ve ezenler de eninde sonunda, şu veya bu şekilde, mutlaka bu “yumuşak huylu atın” çiftesini yediler…