Hamidiye suyu tartışmasına katılmak niyetinde değilim. Mesele su ise, Ahmet Tulgar o güzel yazıda anlattı suyun ne olduğunu. “Suyu su tanımlar” demedi mi? Dedi. Bu kadar. Hamidiye suyunun siyasallaşması, iktidar çevrelerinin adından dolayı pek beğendikleri, adeta ideolojik bir misyon yükledikleri Hamidiye suyu kamp değiştirdiyse, daha dün sahip çıkanlar, “zaten pek de iyi değildi” demeye başladılarsa ne yapalım, Ahmet Hamdi Tanpınar’da olduğu gibi ikiye mi bölünelim, Kemal Tahir’in Esir Şehrin Mahpusu Kamil Bey ile Devlet Ana’nın Kerim’ini mi kapıştıralım; su sudur, Tulgar’ın dediği gibi “suyu su tanımlar.”

Hamidiye suyunu bir kenara bırakıp, Sultan Abdülhamid üzerinde konuşmak daha iyi olabilir. Bu uzun konunun uzununu bir pazar yazısına bırakıp, günümüze ışık tutabilecek, ne olup bittiğini öğrenmemizde yararı olabilecek bir iki küçük nokta üzerinde duralım bugün. Osmanlı’nın Rusya ile ilişkileri 1917 Ekim devrimine kadar hiç ama hiç iyi olmadı. Ama Osmanlı’ya en büyük tehdit Rus ordularının İstanbul’un dış semtlerine, -dış semt dediğimiz de Yeşilköy, o günlerin Ayastefanos’u - yerleştiği tarihlerde zirveye çıktı.

Ayastefanos’ta imzalanan Rus-Osmanlı anlaşması tam anlamıyla rezalettir. Abdülhamid de anlaşmadan memnun değildi, bir çıkış yolu arıyordu. Bulduğu çıkış yolu klasik ama her zaman işe yarar, sonuçları bakımından teslimiyetçi, berbat bir yoldur. Hiç kuşku yok, Osmanlı Payitahtı’nın Ruslarca işgali, Boğazların denetiminin Çar’a geçmesi en başta İngiltere’nin kabul etmeyeceği bir sonuçtur. Sultan Hamid bunu biliyor. Öyleyse Çarlık Rusya’sına karşı Avrupa desteği aranacaktır. Kraliçe Victoria İngiltere’si ile Bismarck Almanya’sı harekete geçtiler; Berlin anlaşması Ayastefanos’u geçersiz kıldı. Öyleyse Rus baskısı defedildiğine göre bu bir başarı değil midir?

Nereden baktığınıza bağlı. Berlin’de Bismarck ve Disraeli’nin baskın yönetiminde varılan antlaşma Rusları Ayastefanos’tan uzaklaştırdı. Çok değil biraz geri gittiler. Almanya ve İngiltere önderliği ise Osmanlı’yı paylaşmayı sürdürdü. Abdülhamid Dimyat’a pirince gideceğini düşünüyordu, ama evdeki pirinçten oldu. Toprak kayıpları birbirini izledi, Kıbrıs gitti. Eski diplomat Şefik Onat’ın Abdülhamid konusunda yazılmış çalışmaların kanımca en ilginci bir tür belgesel roman olan “Abdül X Hamid” adlı eserinde (Alfa yayınları) Berlin konferansı şöyle anlatılır: “Asıl konu büyük devletlerin arasındaki güç çatışması ve realpolitikti.”

Devam edelim: “Rus emperyalizmine karşı İngiliz emperyalizmi, ona karşı Alman emperyalizmi, bunlara da Avusturya Macaristan emperyalizminin çatışması ve yarışmasıydı. Büyük güçler savaş ganimetlerini aralarında paylaşıyorlardı.” (Agy. sf.164) Hep öyledir; değişmemiştir, koşullar değişir, dil değişir, teknoloji değişir, savaş araç ve gereçleri değişir, ama emperyalistlerin, büyük güçlerin politikaları değişmez. Her kim ki bir değişiklik vehmeder ve bu çatışmalardan yararlanabileceğini düşünür, fena halde yanılacaktır. “Ne alakası var?” mı dediniz, “Ruslar Ayastefanos’a mı indiler?” diye sordunuz; inmediler mi, öyle bir şey olmadı mı, ama ben duydum ki, inmişler, ABD de “gel biraz daha gir şu Suriye işine” diyesiymiş, su mu koktu, tuz mu nemlendi... ben mi bilemedim, suyun tanımı kendisi değil miydi? Doğrusu Suriye ile bir olup büyüklerle hesaplaşmak değil midir? Yok artık, daha neler...

Ayastefanos ve Berlin antlaşmalarını yaşadığımız şu pek karışık günlerde okumalı yine de; emperyalizmin tanımı da kendi içindedir...