''Anılar belleğimizin bekçileridir, kalbimizi temizlerler, iyi bakın onlara!..''

Ayazmanın yılanı

ORHAN

10 Temmuz 1979, Avanos… Salı günüydü. Ceniğin İhsan sabah erkenden kalktı. Eşeğini hazırladı. ‘’Guççün’’deki bağa gideyim, güneş dinelmeden bitirir gelirim işimi’’ diye düşündü. Alelacele içti çorbasını. Sabah ezanı okunurken, çoktan yola koyulmuştu. Hiç ara vermeden çalıştı bağda. Çubukların gözünü açtı, yaprağını aldı, ışgınları temizledi. Güneş iyice kendini göstermeye başladığında bitirmişti işini. Eve varmadan işliğe indi. ‘’Külteci’’ akşamdan konuştukları gibi yüz destilik çamuru hazırlamış, sırtını güneşe vermiş, cigarasını içiyordu. Akşama kadar bitirdi destileri. Elini yıkayıp yokuş yukarı yürürken oğlu Orhan evden çıkmış, makinistlik yaptığı sinemaya doğru gidiyordu. Babasını görünce sigarayı avucunun içine sakladı. İhsan amca görmezden geldi. ‘’Hayat’’a girdiğinde kimseler yoktu evde. İçine anlamadığı bir sıkıntı çökmüştü. Bir sigara yaktı, derin derin çekti içine. Radyoyu açmıştı ki, aşağıdan bir gürültü koptu. Bengi Kıraathanesi’nin önünden. Aldırmadı önce. Kahvenin önündeki gürültü giderek uğultuya dönüşmüş, evin önüne dayanmıştı sanki. Duramadı, gitti, kapının önüne çıkarak sokağa bakmaya başladı. Küllükten aşağıya bir kalabalık bağırarak koşuyor, komşularından biri de hızlı hızlı ona  doğru yürüyordu.

‘’Kahveyi silahla taramışlar İhsan amca!’’ dedi, heyecanla. ‘’Orhan da ordaymış galiba!’’  

Plakası çimento kağıdıyla örtülmüş beyaz bir reno, Orhan’ı alarak hayatımızdan, Nevşehir yoluna doğru çekip gitmişti.

MAHMUT

23 Aralık 1980 Salı günü, Mahmut Kaya üzerinde "Kahramanmaraş Katliamının Hesabı Sorulacaktır’’ yazılı bir pankartı asarken yakalandı ve gözaltına alındı. Karakolda ağır işkenceler yaptılar. Ayakları parçalanmış, yüzü tanınmayacak hale gelmişti. Birkaç gün sonra Mahmut’u bir başka tutukluyla yanyana, zincirle bağladılar. Şubedeki polis memurunun bir horozu vardı. Horoz vaktiyle etle beslendiği için insan etine aşinaydı. Mahmut’un ve diğer tutuklunun parçalanmış yerlerini horoza gagalatmaya başladılar. Gece yarısı Mahmut’un nefes alışı ağırlaştı, bir süre sonra da kesildi. Polisler dışarda duran bekçiyi çağırdılar. Bekçi az sonra elinde beyaz bir çuvalla çıktı gitti.

Oğlunu sormak için şubeye giden babaya, Mahmut’un burada olmadığını söylediler. Gözaltına alındığına dair tüm resmî kayıtlar yok edilmişti.

HAYRETTİN

21 Kasım 1980 Cuma günü Hayrettin Eren, babasının arabasıyla giderken, gözaltına alındı. İki üç gün oğullarını bekleyen anne ve baba, onun gözaltına alındığını öğrenince önce karakola, oradan da siyasi şubeye gittiler. Gayrettepe’de, “gözaltında böyle biri yok” dendi. Karakola döndüler, Bu kez de oradakiler, ‘’yok, yanlışlık oldu, böyle biri gözaltına alınmamış’’ dediler. Bu arada karakoldaki gözaltı defterinin bir sayfası yırtılmıştı; Hayrettin’in kaydedildiği sayfa.

Anne Elmas hanım, tekrar siyasi şubeye gittiğinde bahçede Murat 124’lerini gördü.  ‘’Oğlum sen Hayrettin yok dedin ama, arabamız burada, bahçede duruyor’’ dedi oradaki görevliye. Sürükleyerek dışarı attılar anneyi. Birlikte gözaltına alındığı arkadaşlarının daha sonraki ifadelerine göre, Hayrettin o sırada şubenin alt katındaki hücredeydi. Kendisine işkence yapan polislere küfürle karşılık verip, marşlar söylüyordu.

Anne Elmas hanım, baba Kemalettin bey ve kardeşleri, hiç bir zaman Hayrettin’le ilgili bir bilgiye ulaşamadılar.

HAMZA, SELAM, CELAL, ASLAN VE DİĞERLERİ…

28 Aralık 2011. Çarşamba. Roboski köyü karanlık bir geceye hazırlanıyordu. Nevruz sobayı yakmış, yatakları kurmuştu. Odun almak için dışarı çıktı. Tam içeri girecekken, evin yakınlarında bir ayak sesi duydu. Komşuları Salih’di gelen. Onun, abisi ve diğer akrabalarıyla birlikte kaçağa gittiğini zannediyordu. ‘’Hayırdır, niye döndün?’’ diye sordu Salih’e. Salih, ‘’Üzerimizde helikopterler dolaşıyordu. Heronlar vardı. Yarı yoldan döndüm’’ dedi.

Nevruz telaşla eve girdi ve annesine olanları anlattı. Beklemeye başladılar. Az sonra bir telefon geldi. Telefondaki ses, ‘’Hepsini de öldürmüşler, iki üç kişi sağ kurtulmuş, bulabildiğiniz kadar battaniye getirin!’’ diyordu. Anne kız evden çıkarak karlar içinde, düşe kalka  yürümeye başladılar. Meydanda toplanan anneler birbirlerine sarılmış ağlaşıyorlardı. Sonra hep birlikte sınıra vardılar. Çok geçmeden ambulanslar geldi, cenazeleri yüklediler, Uludere Devlet Hastanesi’nde her yer cansız, parça parça bedenlerle doluydu. Herkes kendi oğlunu bulmaya çalışıyordu. Kimse evladını tanıyamıyordu. Cemal’in babası, yanmış bir cesede sarılarak bağırdı: ‘’ Bu Cemal! Ayakkabılarından tanıdım, her yeri yanmış, bir ayakkabıları var.’’ O sırada Hacı Halil geldi. ‘’Yok, bu benim oğlum ‘’dedi. Baba, cesedin yanından ayrılarak etrafta dolanmaya başladı. En sonunda bir semerin altında yanmış bir beden gördü. Ayakkabıları bordoydu, Cemal’in ayakkabıları; sevindi! Bir başkası, Selam’ın cenazesini gösterdi annesine. ‘’Bu benim oğlum değil’’ dedi kadın. ‘’O beni öperken eğilirdi hep, oğlum uzun boyluydu.’’ Anne haklıydı, lakin gösterdikleri Selam’dı, gövdesi parçalanmıştı, o kadar!

Bu sırada mazot bidonlarını taşıdıkları bir çuvalı getirip bıraktılar bir köşeye. Çuval’ın içine Hamza’yı, Celal’i ve Aslan’ı birlikte koymuşlardı.

‘’O gece sadece 34 kişi ölmedi, onların tüm yakınları da öldü!’’

AYAZMANIN YILANI

Ceniğin İhsan amca ve Pembe hala çoktan öldüler. Bütün iyi filmlerin makinisti Orhan, kasabanın tarihinde ince bir sızı olarak kaldı.

Vali, Mahmut’un babasına, oğlunu bir kaç güne kadar teslim etme sözü vermişti. 35 yıl geçti, bu söz hala tutulmadı.

Hayrettin’in annesi Elmas Hanım, Galatasaray Meydanı’nda, 1995 yılından bu yana çocuklarının akıbetini sormak için bir araya gelen diğer annelerle birlikte. O, yaşayan en yaşlı Cumartesi Anneleri’nden biri artık.

Roboski’de çocuklarını kaybedenler cenazelerini gömdüler. Lakin, mezarlığa her gidişlerinde yanlarında battaniye götürüyorlar. Oğulları üşümesin diye!

‘’Bellekte kan vardır, şiddet ve gözyaşı, bellek kurbansız yapamaz. İz, gerçeğin acısını bir tortu gibi üzerimizde bırakır. Şiddetin acısıdır iz. İzler yok edilebilir mi? Bellekte kalan şeyi nasıl yakmalı?Bellekte kalan yakılmaz. Acının yer’i derindir, üzerindeki kabuk soyulur. Bellek acı’nın evidir…’’

Eski bir güncede rastladım. Söke yakınlarındaki bir araziye çiftlik kurma hikayesiydi anlatılan:

‘’İçme suyumuz tepelerin eteğinde Bizans devrinden kalma bir ayazmadan geliyordu. Yılda bir kez köylüler bu ayazmayı temizlerlermiş. ‘’Bana da haber verin, nasıl temizliyorlar, görmek istiyorum’’ demiştim. Hafif bir yamaçtan ovaya indik. Güneş çok merhametsiz, toza toprağa bata çıka bir kilometre kadar yürüdükten sonra bir tepenin eteğine gizlenmiş ayazmaya vardık. İki delikanlı üstleri çıplak, altlarında birer beyaz don, ellerinde kovalar, maşrapalar, ağzı açık duran ayazmaya daldılar. Delikanlılar kovaları doldurup dipteki suyu dışarı attılar. Bir ara kovalardan biri elden ele geçti ve yerdeki bir leğene boşaltıldı. Leğende kıvrım kıvrım kıvrılan iki yılan. İkisinin de üstleri gri beyaz, kırmızı çizgili, gözleri peril peril parlıyor. Yaşlı bir yörük: ‘’Bu suyun bekçileridir onlar. Eskiden beri varmışlar, sudaki börtü böceği yerler, suyu temizlerler’’ dedi. Yörük, daha sonra leğendeki yılanları besmele çekip, ‘’Haydi aslanlarım’’ diyerek ayazmaya bıraktı…’’

Anılar belleğimizin bekçileridir, kalbimizi temizlerler, iyi bakın onlara!

Alıntılar:

‘’Roboski’de Yazdık’’, H.Tarman

‘’Bellek:Öncesiz Sonrasız, Cogito’’ N.Polat

‘’Batnas Tepeleri’nde Zaman’’, S.Tanman