Türkiye sağcılığının tarihi nabza göre şerbet vermenin, güçlünün yanında saf tutmanın ve hemen her şeyin “dün dündür bugün bugündür” düsturuyla pazarlanmasının tarihidir

Aydın düşmanlığının gerici kodları: İstibdat, biat ve iktidar-ı mutlak üzerine…

> ORKUN SAİP Dr. - Akademisyen, Kocaeli Üniversitesi

Cahil kesimlerin firasetine(*) güvenen, okuma oranları arttıkça kendisini afakanlar basan ve konuşmasına Abdülhamit ve Erdoğan güzellemeleriyle devam eden Bülent Arı’yı hepimiz biliyoruz. Ortada hem ağlanacak hem gülünecek, her halükarda üzerinde çokça da düşünmeyi gerektirecek trajikomik bir durum olduğu açık. Akademisyenlere vatan haini yaftasının yapıştırıldığı günümüz Türkiye’sinde; biat, vasatlık ve gericiliğin ödüllendirilmesine hangimiz şaşırıyoruz ki. Memleket sathına yayılmış, sayısı neredeyse iki yüze varan üniversitelerin hal-i pür melalini gösteren her durum gibi, Yeni Türkiye’nin makbul profesörlerinin cehalete övgü düzmesi de, kuşkusuz, trajikomiktir. Ancak kesinlikle saçma değildir. Arı’nın sözleri Türkiye’deki toplumsal saflaşmayla üç bağlamda ilişkilendirilebilir: Gerici tarih okumasının dolaysız bir sonucu olarak Abdülhamit referansı, AKP’nin kitle tabanı olan lümpen proletaryanın cüretkar savunusu ve elbette mutlak hükümdar Erdoğan’a biat.

Abdülhamit referansı şöyle bir tarih okumasına dayanır: Yabancılaşmış bir aydın kuşağı Cumhuriyet’ten günümüze -kimine göre Tanzimat’tan itibaren- memleketin siyasal, entelektüel ve kültürel yaşamını işgal etmiştir. Namık Kemal’lerden Mustafa Kemal’lere bu Jakoben kuşak sadece kendi değerlerine yabancılaşmakla kalmamış, aynı zamanda o değerlere karşı savaş da açmış; millete zulmetmiş; din düşmanlığı yapmış kötülükler abidesi bir kuşaktır. Dolayısıyla gericiliğin, modern dönemin ilk siyasal İslamcısı olan II. Abdülhamit’e dört elle sarılması, bizim “İstibdat Dönemi” dediğimiz bir dönemi “Sultan Hamit Devri” olarak sahiplenmesi o tarih okumasının öne çıkan örneklerinden biridir. II. Abdülhamit; bir yandan milletin/devletin ancak İslamcılıkla kurtarılabileceğine dair gerici tezin ilk tarihsel referansına; diğer yandan ise laik ve aydınlanmacı kadroların devirdiği ilk hükümdar olarak bitmek tükenmek bilmeyen bir mağduriyet edebiyatının başlangıç noktasına tekabül eder.

Kitle tabanının cüretkar savunusuna gelince; Yavuz Alogan’ın bambaşka bir minvalde kaleme aldığı “Topları Doğru Yerleştirmek”(**) adlı yazısından şu satırlar “cahil kesimlerin firasetine” neden güvenildiği hakkında çok şey söyler: “İsyan kültürü olmayan, akraba ilişkilerinde, okulda, işte hep itaat etmeye alıştırılmış, geleneğinde çizgi dışına çıkıp düşünme ve davranma alışkanlığı olmayan insanlar devrim yapmazlar”. Peki ne yaparlar? Aslında 2002’den günümüze AKP hükümetleri bunun yanıtını çok kez verdi: Karşı-devrim. Her devrimde olduğu gibi, karşı-devrimlerde de önder kadrolar, temsil edilen sınıfın öncü kesimleri ve onların çıkarları ile emperyalizmle ilişkiler belirleyicidir. Ancak bütün bunlar geniş halk sınıflarının yönetilebilmesi için yeterli olmaz. Egemen sınıfların ve devletin kendi çıkarını halkın çıkarı gibi gösterebilmesi, yani hegemonik olması, gerekir. İşte, bir teyzenin “pazarda her şeye zam var yavrum” diye söze başlayıp, ‘ama’lı/‘fakat’lı bir olumsuzlama bağlacı dahi kullanmadan “Erdoğan’ı çok seviyorum. Ölene kadar oyum onun” demesi ya da en karikatürize halleriyle “hüloğ”cu abla ile “ısıttırırım, yalarım”cı abi o hegemonyanın ete kemiğe bürünmüş halleridir ve burada kendi tabanını iyi bilen ve o yüzden en çok o tabanın ferasetine güvenen bir siyasi akıl da vardır. “Hayır. O taban emekçilerden oluşur ve onlar bizim tabanımız” diye söze başlamanın ise en azından kısa ve orta vadede bir anlamı yoktur. Aksine, tarih hızlı aktığında, toplum saflaştığında bilince çıkarılması gereken bu değil, siyasi iktidarın hegemonyasının ancak laik, aydınlanmacı ve cumhuriyetçi bir toplumsallığa dayanılarak dağıtılabileceği olmalıdır.

Ne Abdülhamit referanslı tarih okuması ne de cüretkârca sahiplenilen lümpenleşme kendi başına politik bir anlam taşıyabilir. Toplumsal saflaşmanın yansımalarını taşıyan bu iki unsurun üçüncü bir unsura, daha doğrusu siyasi bir odağa ihtiyacı vardır ve o odak da AKP iktidarından, hatta bir mutlak yönetici olarak Erdoğan’dan başkası değildir. “Erdoğan giderse ne olur?” sorusunun, “Tam bir felaketle karşı karşıya kalırız… Bu bir eşik. Bunu Çanakkale Savaşı gibi görelim. Bunun meyvelerini biz göremeyeceğiz… gelecek nesillere bir şey bırakabilmemiz için… Ölmemiz gerekiyorsa… öleceğiz...” diye yanıtlanmasını kof bir hamasetten ibaret sanan yanılır. En kişisel yaranmacılık ilişkilerinden tarihsel referanslara, ülke çapındaki ulusal sorunlardan uluslararası meselelere kadar pek çok alana aynı pencereden bakan bir yaklaşım da vardır o yanıtın içinde. Memleketin aydınlanmacı birikiminin karşısına dikilmiş ve ancak bir karşı-devrim sürecinde iş başına gelebilecek bir vasatlığın kendi meslektaşını düşman belleyen sultana minnet ve biatından tutun da, M.Kemal Atatürk’ün tarihteki devrimci rolünün -tam da kendilerine yakışır bir taşra kurnazlığıyla- Erdoğan’a havale edilebilen karşı-devrimci bir role dönüştürülmesine kadar birçok saflaşma hali o retoriğin içinde saklıdır.

Söylenenlerin ilkel bir muhakeme mekanizmasından geçip öyle dile getirilmesi elbette komiktir, fakat bu durum söyleyenin gerici ideolojik-politik aidiyetini ve onu her alanda yeniden üretme gayretini gözden kaçırmamıza yol açmamalıdır. Türkiye sağcılığının tarihi nabza göre şerbet vermenin, güçlünün yanında saf tutmanın ve hemen her şeyin “dün dündür bugün bugündür” düsturuyla pazarlanmasının tarihi olduğundan, yarın o gayretten eser kalır mı bilinmez. Ancak tarihin hızlı aktığı her dönemde olduğu gibi, günümüz Türkiye’sinde de her olgu, trajikomik ya da değil, tarihsel ve güncel saflaşmaların derin izlerini taşır. Biz Lüksemburg’da, Kanada’da ya da Avusturalya’da değil, at izinin it izine karıştığı bir coğrafyada, Orta Doğu’da, yaşıyoruz. Önce bu gerçeği kabul edelim ve yaklaşımımızı ona göre belirleyelim, sonra haklı dalgamızı nasıl olsa geçeriz.

(*) ‘Firaset’, sözlük anlamı itibariyle ‘feraset’le aynı anlama gelir. Ancak sözcüğün ‘i’ harfi ile kullanımı bir dil sürçmesinden ibaret de değildir. Siyasal İslam’ın ya da milliyetçi-mukaddesatçı geleneğin tedrisatından geçmiş kesimler sözcüğü ‘i’ harfi ile yazar, seslendirirler. Burada ‘bilim’ yerine ‘ilim’ sözcüğünün tercih edilmesine benzer bir durum olduğu söylenebilir.
(**) Yavuz Alogan, “Topları Doğru Yerleştirmek”, Red Dergisi, sayı 14,
Kasım 2007.