Tarih yazan ve tarihe kayıt düşen aydınlardan söz edeceğim bugün. Diyeceksiniz ki, tarihi kitleler, sınıflar yazar… Doğrudur, ama devrimlere, toplumsal hareketlere öncülük eden aydınları nasıl unuturuz? Voltaire, Rousseau, Marat olmadan bir Fransız devrimi, Gorki, Lunaçarski, Eisenstein olmadan bir Rus devrimi düşünülebilir mi?

Elbette, tarih boyunca ‘aydın’ tanımı içinde konumlanan herkesin olumlu bir rol üstlendiğini söylemek zor. Kabaca, üç kategoriye ayırabiliriz ‘burjuva’ aydınlarını: İtiraz edenler (gerçek aydınlar), düzenle bütünleşen ‘organik aydın’lar ve ‘Neme lazım’cılar (‘Etliye sütlüye’ karışmak istemeyenler). Günümüzde, bu üç türden örneklere (ve ara tonlarına) rastlamak olası. Bizde ve başka ülkelerde…

Hitler’in gözde sanatçıları, mimar Albert Speer ve “Olympia”, “İradenin Zaferi” gibi propaganda filmlerinin yönetmeni Leni Riefenstahl, ‘organik aydın’ın tipik özelliklerini taşırken, Bertolt Brecht, Charlie Chaplin, Thomas Mann gibi sanatçılar, kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarının önüne koymayan ve düşüncelerinden fedakarlık etmeyen ‘muhalif’ aydınlar arasındadır.

İtiraz eden aydınları, dünyadaki savaşlara, adaletsizliklere, eşitsizliklere karşı çıkan, çoğunlukla bunun bedelini ödeyen (kimi zaman öldürülerek, kimi zaman aç bırakılarak) ‘kahramanlar’ olarak tanırız. Ama, bir başka sınıfın, pekala bu insanları ‘hainler’ olarak damgalayabildiğini de biliriz. Sovyet devriminin kahramanlarından Rosa Luxemburg’dan, Şili’de ‘Pinochet’nin köpekleri’nin öldürdüğü devrimci müzisyen Victor Jara’ya yüzlerce örnek sıralayabiliriz…

aydinin-rejimle-imtihani-766401-1.

Peki, ya sanatçılar, kendileri de birer aydın olan sanatçılar nasıl bakıyor bu insanlara? Ülkelerinin / halklarının bağımsızlığı için savaşım veren Danton, Gandhi, Malcolm X, Mandela gibi nice aydının hikayesi yansımıştır beyazperdeye. Bizde ise, bedel ödemiş aydınlarımızdan yalnızca birkaçı… Nazım Hikmet‘in hapislik yıllarını (Biket İlhan’ın “Mavi Gözlü Dev”), Abdi İpekçi (Oğuzhan Tercan’ın “Uzlaşma”) ve Sabahattin Ali (Metin Avdaç’ın “Sabah Yıldızı”) cinayetlerini konu alan filmler ilk akla gelenler. Erden Kıral, “Hakkari’de Bir Mevsim”, “Av Zamanı”, “Mavi Sürgün”, Ali Özgentürk “Su da Yanar”, “Görünmeyen”, Yusuf Kurçenli “Karatma Geceleri”, “Çözülmeler”, Zülfü Livaneli “Sis” filmlerinde aydının yazgısını tartıştılar. Son İstanbul Festivali’nde izlediğimiz filmlerde ağırlıkla yer alan bir tema olmasına karşın, aydın sorunsalının tüm boyutlarıyla ele alındığını söylemek zor. Şu sıralar, Bedreddin üstüne bir film çekiliyor olması sevindirici. Ama, Aziz Nesin’den Hrant Dink’e nice aydınımız hikayelerini beyazperdeye yansıtacak ‘kahramanlar’ı bekliyor.

aydinin-rejimle-imtihani-766403-1.

Mefistolar

Yalnızca sinemada değil, sanatın tüm dallarında dünyayı değiştiren aydınlar üstüne çokça yapıt üretilmiştir. Bunların bir bölümü (‘resmi’ içerikli biyografiler, heykeller, filmler), dönemlerine tanıklıktan öte bir değer taşımasa da, önemli bir bölümü kayda değer sanat yapıtlarıdır. Sinemaya yansıyan aydınlar arasında, devrimci aydınlar olduğu gibi, yaşadıkları dönemin resmi ideolojisine tabi olmuş (kimine boyun eğmiş desek daha uygun olur, kimine ise güce hayran/teslim olmuş), ya da idealleri ile çıkarları arasına sıkışıp kalmış aydınlar da vardır.

Diktatörlerin iltifatlarına mazhar olmuş sanat insanlarının çelişkilerini konu alan filmler arasında Macar yönetmen Istvan Szabo‘nun yapıtları öne çıkar. Szabo’nun “Mefisto”su, bu bağlamın en önemli filmidir diyebilirim. Ünlü Alman yazar Klaus Mann’ın, Nazilerin baskı rejiminin gittikçe ağırlaştığı günlerde, bir zamanlar solcu olup sonradan rejimle uzlaşan ünlü bir tiyatro oyuncusunun yaşamından yola çıkarak yazdığı ve Goethe’nin ‘ruhunu şeytana satan insan’ı anlattığı “Faust”una bir gönderme olan “Mephisto, Bir Kariyerin Romanı”nı beyazperdeye uyarlayan yönetmen, hangi çağda, hangi ülkede yaşarsa yaşasın iktidarla uyum içinde olmayı seçen ve ‘Ben işimi yapıyorum’ diyerek kendini ikna etmeyi başaran sanatçı prototipini anlatır. Bu tipin ne kadar tanıdık olduğunu vurgulamama gerek yok herhalde…

“Taraf Tutmak”da Nazi döneminde ülkesinde çalışmayı sürdüren bir orkestra şefinin Berlin’in kurtuşu sonrası Amerikalılar tarafından işbirlikçi olarak suçlanmasını anlatırken sanatçının kariyer – sorumluluk çelişkisini vurgulayan Istvan Szabo, “Venüs’le Tanışma” adlı filminde de sanat-politika ilişkisini yorumlamayı sürdürerek, Wagner’in “Tannhauser” operasında orkestrayı yönetmek üzere Paris’e davet edilen bir Macar şefin yaşadığı ikilemi anlatmıştır.

Aydın sorumluluğu

Arjantin kökenli Fransız yönetmen Edgardo Cozarinski’nin “Tek Bir Adamın Savaşı”, sinemanın tanıklığı açısından önemli bir filmdir. Fransa’da Nazi yanlısı Vichy yönetiminde aydınların tavrını, güce tapınmalarını eleştiren filmini tüm sanatçılarımız izleyebilselerdi keşke… Nazi balolarında kadeh kaldıran sanatçılar, bu dramatik belgeselin ana kahramanları, daha doğrusu anti-kahramanlarıdır… Bir Alman subayının kamerasının saptadığı görüntülerden dört dörtlük bir tarih dersi çıkartmış Cozarinski. Bu filmi TRT2 gösterebilir mi, hiç sanmıyorum…

aydinin-rejimle-imtihani-766402-1.

Tarihe tanıklık eden filmlerin bir bölümü kurmaca karakterler üstüne kurar öyküsünü (Macar sinemasının ustalarından Zoltan Fabri “Profesör Anibal”de sağ politikacıların önce hedefi, sonra kahramanı olan bir tarih öğretmenini anlatır, Arjantinli yönetmen Luis Puenzo ise resmi tarih anlatısından alternatif bir tarih bilincine yönelen bir tarih öğretmenini), bir bölümü ise gerçek kahramanlar üstünedir. Andrey Konçalovski, “Günah” adlı son filminde büyük usta Michelangelo’nun sanatını tavizsiz biçimde yapabilmek adına emrinde çalıştığı dini otorite ile uzlaşma çabalarını, Roberto Rosselini “Socrates”de, Alejandro Amenabar “Agora”da, Giuliano Montaldo “Giordano Bruno”da, Costa-Gavras “Z” (Ölümsüz)’de kurulu düzeni/egemen düşünceyi eleştirdikleri için kurban edilen kahramanların hikayelerini anlatır.

Sosyalist rejimin egemen olduğu günlerden ‘duvar’ın yıkılışına kadarki dönemde rejimle çatışan ‘aydın’ı sıklıkla ele alan Doğu Avrupa sinemaları (Rusya’da Gleb Panfilov, Larissa Schepitko, Polonya’da Andrzej Wajda, Macaristan’da Miklos Jancso, vb.) sistem değişikliği sonrasında da aydın sorununu işlemeye devam ettiler. Aleksey German Jr “Dovlatov”da, 70’lerin Sovyet Rusya’sında yaşamış bir yazarın -Sergei Dovlatov’un- yaşadığı zorlukları konu alırken, Pawel Pawlikowski, sosyalist dönemde yaratıcılığının kısıtlandığını düşündüğü için Polonya’dan kaçıp Batı’ya sığınan bir müzisyeni anlatır. Roman Polanski’nin, yaşanmış bir olayı, 19. Yüzyılın büyük yazarlarından Emile Zola’nın “J’accuse” (İtham Ediyorum) adlı başyazısı ile ün kazanan Dreyfus Davasını konu alan “Bir Subay ve Bir Casus” filmi, doğruların peşinde giden, egemenlerin çıkarlarına direnen aydınların, bir subay, bir avukat ve bir yazarın ortaklaşa kazandığı zaferi yansıtır.

Filmlere konu olan aydınların yanı sıra, birer aydın olarak sanatçıların hayattaki seçimlerine de kısaca değinmek isterim. Sanatçılar içinde, yaşadıkları döneme müdahale etmek için sanatlarını seferber etmekle yetinmeyip, aydın sorumluluğunun gereklerini yerine getiren, tarihe not düşenlerin sayısı epeyce fazladır. “Guernica”yı yapmakla kalmayıp, barış bildirileri yayınlayan Pablo Picasso gibi, vatan hainliği ile suçlanmak pahasına ülkesinin Cezayir’deki sömürgeci politikalarını eleştiren ve ünlü ‘121’ler Manifestosu’na imza koyan Jean-Paul Sartre, Marguerite Duras, André Breton, Alain Resnais, François Truffaut, Simone Signoret gibi, Vietnam savaşında ABD’nin yüz kızartıcı suçlarını açıklayan Amerikan aydınları gibi, Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesine karşı çıkan Nazım Hikmet gibi, 12 Eylül cuntasına karşı “Aydınlar Dilekçesi”ni yayınlayan Aziz Nesin ve arkadaşları gibi… Kısacası, içinde yaşadığı toplumsal düzeni/rejimi sorgulayan aydının çileli yolculuğu bitmedi, biteceğe de benzemiyor.