Aydınlanma’nın Fransa’sı/Fransız Aydınlanması: Bizim ‘Batı’ dediğimiz her ne ise, esas olarak işte o

Aydınlanma dediğimiz…

Ulus, ulus-devlet, cumhuriyet: Bu üç kavram, ‘Aydınlanma’yla doğrudan ilişkili;‘Aydınlanma’ ise Fransa’yla, XVIII. Yüzyıl Fransa’sıyla. Bu arada, hemen şunu da belirtelim ki, ‘Aydınlanma’yı yaşayan toplumların hepsinin dillerinde ‘cumhuriyet’, Latince’deki ‘res-publica’nın türevi olan kelimelerle karşılanır: Res-publica; yani, herkese her yönüyle eşit derecede ait ve açık olan (publica) şey/varlık/nesne (res).

Aydınlanma’nın Fransa’sı/Fransız Aydınlanması: Bizim ‘Batı’ dediğimiz her ne ise, esas olarak işte o. Rahmetli/sevgili Cemil Meriç’in de çok değerli, çok işe yarar bir tespiti var: “Batı’nın farkı, tanrıyı parantez içine almasıdır”.

Aydınlanma’nın ‘hür/serbest düşünür’ü (libre penseur) ‘Tanrı vardır, yoktur’ tartışmasına hiç mi hiç girmez; hatta, “keşke olsa, inşallah vardır” der gibidir; Tanrı, tanımı gereği mükemmelen akıllı, adil ve muktedir bir varlık olacağına göre. Tavrı şudur: Tanrı var mı yok mu bilemem; ama varsa bile, kesinlikle bizim kilisenin papazının anlattığı gibi bir şey değildir; neyse, var ya da yok, biz kendi işimize bakalım, kendi aklıyla kendi problemlerini çözüp kendi hayatını ve geleceğini belirleme gücüne sahip yetkin özneler olarak.

Kısacası, Fransız aydınlanmasının en belirgin özelliği, ‘fizik’in ‘meta’sının olup olmadığını, yani ‘metafizik’i bilinçli bir biçimde kendisine problem etmekten kaçınmasıdır. O kadar ki, Diderot, doğa bilimlerini kast ederek, “bilim” der, “şeylerin (nesneler ve olguların) sadece ve sadece ‘nasıl’ıyla ilgilenmelidir”; zira, ilgi alanını ‘niye’ ve ‘niçin’e doğru genişletmeye bir kere başladı mıydı, sonunda metafizik batağına saplanması; yani, “yaratıldık mı, yoksa başka bir biçimde mi varlık kazandık; eğer yaratıldıysak buradaki ‘yaratan’, evreni ve bu arada da bizi niye yarattı ve niye böyle yarattı; nereden geldik-nereye gidiyoruz” gibi ‘varlık-öncesi’ne ve ‘varlık-ötesi’ne ilişkin, dolayısıyla varlık içinde kalarak, ‘öteki’ bir ‘dünya’yı referans almaksızın cevaplandırılması mümkün olmayan sorularla cebelleşir hâle gelmesi kaçınılmazdır; ki, bu noktada ‘bu dünya’, bu arada da bu dünyadaki gerçek/yaşayan insan değersizleştirilip insan-üstü bir iradenin niyet ve amaçlarına tümüyle tâbi, dolayısıyla kendisi için bu iradeye tümüyle teslim olmaktan başka çıkar yol bulunmayan bir canlı nesne konumuna indirgenmiş olmaktadır.

Burada şu da mutlaka belirtilmelidir ki, doğa bilimleri için çok doğru ve önemli olan ‘nasıl’ sorusunun ötesine geçmeme ilkesi, sosyal bilimler, yani nesnesi insana kendi dışından verilmiş doğal bir gerçeklik değil de, doğrudan doğruya ve de tümüyle insanın kendi ürünü bir gerçeklik olan bilimler söz konusu olduğunda, bilim, özellikle de sosyoloji, ele alacağı ‘insan ürünü gerçeklik’i biçimlendirme ve işletme konusunda eşit belirleme gücüne sahip olmayan toplumsal gruplar arasındaki tahakküm ve sömürü ilişkilerini doğadaki düzenliliğe mümasil, ‘niye’ ve ‘niçin’i sorgulanmaz, tartışılmaz, değiştirilmesi olanaksız bir düzenliliğin kaçınılmaz sonuçları konumuna yükselterek egemenler lehine meşrûlaştırıp berkiten ideolojik bir araca dönüşmüş olacaktır. Kısacası, ‘nasıl’ın ötesine geçen doğa bilimi sonunda mutlaka bir tanrı bulmanın peşine düşerken, ‘nasıl’ın ötesine geçemeyen sosyal bilim de, ele aldığı gerçekliğin belirleyicisi konumunda bulunan egemenleri ‘hikmetinden sual olunmaz’ bir tanrının sorgulanmazlık ve dokunulmazlığıyla donatmış olacaktır.

Fransız Aydınlanması’nın tanrının yokluğunu veya gereksizliğini temellendirmek için dahi olsa metafizikten kesinlikle uzak durup tanrıyı parantez içine almakla yetinmesi, aslında hiç de tesadüf değildir. Aydınlanma filozofunun birincil derdi inanç olarak din değil, bir kurum olarak Kilise’dir. Tanrı’nın varlığı-yokluğu, şu ya da bu dinin sahiciliği ve meşrûluğu düzleminde yer alacak, dolayısıyla akıl yoluyla bir sonuca bağlanması mümkün olmayan bir tartışma, aynı zamanda Kilise’nin, kendi karşıtları kadar meşrû bir konumda bulunduğunun dolaylı da kabûl edilmesi demek olacaktır. Oysa Kilise, insana insanüstü bir varlık adına (böyle bir varlığın gerçekten var olup olmamasından bağımsız olarak) yine insanlar tarafından hükmetmenin aracı olarak, bizatihi varlığı itibariyle gayri-meşrûdur; dolayısıyla, insan hayatı üzerinde etkili olmasına imkan veren bütün ayrıcalıklarından arındırılıp, kamusal (publica), yani herkese eşit derecede açık ve de ait olması gereken alana tasallutta bulunur bir konumdan çıkartılmalıdır; ki, işte bu yapıldığı ölçüdedir ki ‘respublica’ teşekkül etmiş, gerçeklik kazanmış olacaktır.

Aydınlanmacı için Kilise’ye karşı mücadele, aslında monarşiye karşı mücadelenin örtülü bir biçiminden başka bir şey değildir: Hükümdar da, egemenlik hakkını tanrıdan almaktadır; tanrı parantez içine alındığında, böylesi bir egemenliğin de altı boşalmış olacaktır.

Monarkın egemenliğinin altı boşalınca, egemenliğin kaynağı artık ne olacaktır: Monark, o güne kadar kimler üzerinde egemenliğe sahip idi ise, işte onlar; yani, hükümdarı olduğu devletin tebâsı/kendisine tâbi olanların hepsi.
Monarkın bile ayrıcalıklı konumu ortadan kalkmışken, artık ayrıcalıklı sosyal tabaka ve zümrelere de bu devlet içinde yer yoktur; dolayısıyla, monarkı başından atılmış devletin insan unsurunu oluşturan bireylerin her biri, hukuken hepsi birbiriyle eşit vatandaşlardır artık. Bütün nüfusu vatandaşlık ortak paydası temelinde hukuken homojenleştirilmiş devletin halkına verilecek isim ise, ulustur. Şöyle de söyleyebiliriz: Aynı hukuk düzenine tâbi olan insan topluluğuna millet-ulus dendiğine ve devletin halkının tümü de artık aynı bir hukuka tâbi olduğuna göre, karşımızdaki devlet de ister istemez artık ulus-devlettir. Bu ise demektir ki, ulus-devlet (millî devlet) ‘ulus, bir devlete sahip olsun; ulusun bir devleti olsun’ diye kurulmamış, tam tersine, mevcut devletin bir kişinin, zümrenin veya zümrelerin devleti olmaktan çıkartılıp ‘herkes’in kılınması çabası içinde vücut bulup şekillenmiştir.

Egemenlik hakkını tanrıdan aldığı iddiasındaki hükümdar bu konumundan uzaklaştırılınca, aslında hiç kimseye ait olmaması gereken egemen olma hakkının millete/ulusa bağlanması ise, tarihin gördüğü en büyük ‘ali cengiz oyunu’dur: Tanrı, bu dünyada ne kadar elle tutulmaz, gözle görülmez soyut bir varlık ise, millet/ulus da tam tamına onun kadar elle tutulmaz, gözle görülmez, işte bu yüzden de kendisi yerine geçilip kendisi adına diğer insanlar üstünde egemenlik kurulabilecek soyut bir varlıktır. Millet/ulus, gerçek bir toplumsal grup veya kollektivite değil, hukuksal-siyasî bir kategoridir; ama, monarkın tanrısal olduğu iddia edilen egemenlik hakkı, millet/ulus adına elinden alınınca, millet/ulusa da benzer bir kutsallık atfetmek üzere bir simetri kurmak hiç de zor olmaz: Bütün milliyetçilikler, aslında bu simetrinin ürünü olan sapkınlıklardır.

Hele millet, somut bir etnik ve/veya dinsel/mezhebî grup temelinde tanımlanırsa, ulus-devletin ‘herkese eşit derecede ait ve açık’, yani ‘respublica-cumhuriyet’ olma iddia ve çabasına tümüyle zıt bir yönelimin orta çıkması kaçınılmaz olacaktır. Ne demek istediğimizi daha bir anlaşılır kılmak üzere, Türkçe’de ‘Fransız milleti/ulusu’ (nation française) derken, aslında ‘Fransa ulusu/Fransalı ulus’ demiş olduğumuzun altını çizelim: Fransa halkı, kökenleri itibariyle çok çeşitli kavimlere mensup insanlardan oluşur; ancak, bu kavimler arasında Fransız diye bir kavim bulunmayıp, Fransız kelimesi tam tamına Fransa-lı (France-ais/e) anlamına gelir; Lyon-ais/e’in Lyon-lu anlamına gelmesi gibi. Kişi, kavmiyet itibarıyla, Bask, Bröton, Norman vb… olabilir; ama Fransız, yani Fransalıdır ve de Fransalı olması ile belirli bir etnik gruba mensup olması arasında bir çelişki yoktur. Oysa ‘Fransız’ bir etnik grup adı olsa idi, kişinin aynı anda hem Fransız, hem de –diyelim- Bröton olması, iki ayrı etnik gruba mensubiyeti mümkün olmazdı.

Evet, Roma İmparatorluğu’nun Galya’sı kendiliğinden Fransa’ya (France, Francia, Frankreich, Frengistan vb…) dönüşmedi; Franklar bu coğrafyayı istila edip orada egemen olunca, ülkenin de adı değişti; tıpkı Roma-Bizans’ın Anatolia’sının Türk istilasıyla Turchia’ya dönüşmesi gibi. Ancak, bugün Fransa’da Fransızlara/Fransalılara “hepimiz Frank soyundan geliyoruz, en büyük soy Frank soyudur” deseydiniz, onları “ne mutlu Frankım diyene” demeye zorlasaydınız, tabiî ki büyük hır çıkar; daha doğrusu, böyle bir hır çıkmasına bile gerek kalmadan, böylesi maskaralıklar yapanları tımarhaneye tıkarlardı. Bu arada, buralara Türkiye adını verenlerin İtalyan/Cenevizli tüccar ve seyyahlar, Kürdistan adını ilk telaffuz edenlerin ise Türkler olduğunu, Osmanlı sultanlarının da kendilerini asırlar boyu ‘Sultan-ı diyar-ı Rûm (Roma)’ olarak adlandırdıklarını hatırlatalım.

Kısacası, ulus-devlet, insanlığın respublica’ya doğru yol alışının bir momentinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, var olan monarşik devleti herkese ait ve açık hâle getirmek üzere devreye sokulan vatandaşlık statüsünü bütün kimlikleri kuşatır bir hâle getirmek yerine, farklı kimlikleri şu ya da bu derecede dışlayan bir üst-kimlik olarak inşa edip dayatmanın getirdiği sıkıntıları, her bir kimlik temelinde yeni bir ‘vatandaş’ tanımı yapıp, bu tanıma uyan insanlardan oluşacak yeni ulus-devletler kurmakla aşmaya girişmek tam tamına bir çıkmaz sokaktır.

Şöyle de söyleyebiliriz: Ulus-devletin, kendi ‘vatandaş’ını belirli bir kimlik temelinde tanımlama sapkınlığını bertaraf etmek üzere, farklı bir biçimde tanımlanmış bir kimliği geçerli kılacak yeni bir ulus-devlet kurmanın peşine düşmek, insanlığın ‘respublica’ yönünde yol alması/ ‘res’in ‘publica’ kılınması yolunda bir adım atması değil, ulus-devlet paradigmasına kendi kendini hapsedip, patinaj yaptıkça içinden çıkmak istediği balçığa daha da fazla gömülmesi sonucunu verecektir.

Bu durumda çözüm, işe ulus-devletin ulusunun molekülü olarak ‘vatandaş’tan değil, kendi vatanında, kendi vatanı bildiği topraklarda ‘bizimkiler’ dediği insanlarla birlikte yaşamak isteyen insanları, bütün farklılıklarına rağmen birbirlerini ötekileştirmeden, dışlamadan birbirleriyle dayanışır hâle gelmelerine imkân veren örgütlenme biçimlerini yerine göre keşif, yerine göre de icad edip yaşanılır kılmaktan geçecektir.

Buradaki anahtar kavram, ‘yaşamak’ olacaktır: Yaşamak; yani ‘ihtiyaçları gidermek’; zira yaşamak, en başta hava, su ve yiyecek olmak üzere, insanın ihtiyaçlarının giderilmesiyle mümkündür ve de insanların cinsiyetten deri rengine, dilden din ve mezhebe her türlü farklılıklarının ötesinde kolektif özneler olarak bütünleşmelerini mümkün kılan tek bir süreç vardır ki, o da ortak bir işi başarma/ortak bir eseri üretme sürecidir: Bir yangını söndürme, marşı basmayan bir otomobili iterek çalıştırma, bir parkı çiçeklendirme söz konusu olduğunda su kovasını taşıyanın, arabayı itenin, çiçeği dikenin kadın veya erkek, zenci veya beyaz, sünnî veya alevî, Fransız veya Eskimo olmasının herhangi bir kıymet-i harbiyesi, işlevsel değeri var mıdır ve ortak ihtiyaçların giderilip hayatın sürdürülmesi/yeniden üretilmesi açısından hiçbiri birbirinden daha değerli/işlevsel veya daha değersiz/işlevsiz olmayan farklılıkların herhangi bir hiyerarşiye tâbi tutulmaları ne kadar mümkün ve meşrûdur ki…

İşte, tam bu noktada şunu söyleyebiliriz: İnsanın ‘respublica’yı kurması yolunda temel bir adım olmakla birlikte, soyut insanı yücelteceğim derken, daha doğrusu böyle bir kılıf altında, somut insanların arka plana itilmesine yol açan ulus-devleti aşmanın yolu, kendisini bir bütün olarak tepeden bombalamak değil, ortak ihtiyaçlar temelinde oluşturulacak yerel ve/veya tematik, dolayısıyla sınırlı, ancak sonuna kadar da somut kollektiflerin toplumsal yaşamda söz sahibi kılınıp merkezî ve toptancı siyasetleri alttan alta kemirerek fiilen etkisizleştirmelerinden geçer; ki, böyle bir yol tutulduğunda, kendi bireysel/kimliksel farklılıklarından bağımsız olarak, kendi hayatlarını doğrudan ilgilendiren bir ‘iş’ çerçevesinde bir araya gelip belirli bir işlev, dolayısıyla da söz sahibi olmuş insanlar için, böylesi bir örgütlenme modelinden yana olup ona sahip çıkmak, siyasal bir tercihin çok ama çok ötesinde, varoluşsal bir eğilim/yönelim, hatta bir zorunluluk niteliği de taşıyor olacaktır; Kobani-Rojava’da tanık olduğumuz gibi.

*Prof. Dr. Sosyolog.