Benda “Aydınların İhaneti” başlıklı kitabını, 1927 yılında, Avrupa’da faşizm yükselirken yayınlamıştı. İtalya’da Mussolini’nin iktidarda olduğu, Hitler’in de Almanya’da hızla iktidara yürüdüğü bir yıldı.

Aydınlar, milliyetçilik ve “tarihi yanılgı”…

Aydın sorunu siyasal hayatımızın her döneminde tutkuyla tartışılan konularından biri oldu. Aydın nedir? Nasıl aydın olunur? Aydın sorumluluğu ne anlama gelir? Daha genç yaşlarda zihinlerimizi kurcalayan sorular bunlardı. 1950’lerde, ben henüz Mülkiye’de öğrenci iken, Menderes diktasına direnen hocalarımız bunlara bir de “aydınların ihaneti” deyimini eklemişlerdi. Bu deyim kendi icatları değildi; aslında ad vermeden Fransız düşünürü Julien Benda’nın bu başlığı taşıyan eserine gönderme yapıyorlardı. Aradan geçen uzun yıllar içinde, benzer koşullarda sık sık aklıma gelen bu anı, izleyen satırlara da ilham kaynağı oldu.

***

J. Benda “Aydınların İhaneti” başlıklı kitabını, 1927 yılında, Avrupa’da faşizm yükselirken yayımlamıştı. İtalya’da Mussolini’nin iktidarda olduğu, Hitler’in de Almanya’da hızla iktidara yürüdüğü bir yıldı. Yazar, milliyetçi ve faşist akımlara karşı hümanist ve evrensel değerleri savunuyor, bu dalgaya kapılan “aydın”ları ihanetle suçluyordu. Okuyucularına “tehlikenin farkında mısınız?” der gibiydi.

İlginç bir rastlantı, aynı yıl aynı uyarıyı Almanya’da da bir sinema yönetmeni yapıyordu. “Metropolis” adlı filminde, Fritz Lang, şehirlere yığılan bilinçsiz kalabalıkları sergilemiş ve bunların nasıl faşist bir potansiyel taşıdığını anlatmıştı. Ama ne yazık ki mesajı karşılığını bulmadı ve çok geçmeden de korkulu rüya gerçekleşti. Alman halkı 1933 yılında, umutsuzluk içinde, iktidarı bir çılgına teslim ediyordu.

Bu çılgın, altı yıl sonra dünyayı ateşe verecek ve bu büyük yangın da ırkçı-milliyetçi dalgayı demokrasiler için kâbus haline getirecekti.

***

Oysa dünya savaşını aslında milliyetçi ideolojiler çıkarmadı. Almanya’da çocukları bile cepheye sürükleyen neden, Hitler’in ateşli nutukları değildi. Savaş kıvılcımını ateşleyen daha çok gecikmiş bir kapitalizmin “yaşam alanı” tutkusu ve bu tutkuyla oluşturulan “banker, yunker, bunker” düzeni olmuştu. Ama ne var ki herkes “milliyetçi” bayrak altında toplanıyor ve yayılmacı sermaye en etkili sözcülerini milliyetçiler arasında buluyordu.

***

Savaş milliyetçi cephenin yenilgisi ile bitti ve bu yenilgi ile birlikte ırkçı-milliyetçi değerler itibarlarını kaybettiler. Artık Batı’da hiçbir siyasal akımın “milliyetçi” bayrak altında örgütlenmeyi uygun görmediği bir dönem başlıyordu.

Oysa bu hiç de Batı’da “milliyetçi” akımların sona erdiği anlamına gelmiyordu. Aslında bu duygular sönmedi; hatta bu son yıllarda milliyetçiliğin hızla yükselişine de tanık oluyoruz. ABD halkı faşist Trump’ı güç bela Beyaz Saray’dan kovmuş olsa da tehlike henüz bitmedi; çılgın milyarder rövanş hazırlıklarını hemen başlattı. Aynı bağlamda Fransa’da Marine Le Pen, İngiltere’de Nigel Farage ve Almanya’da da “Alternatif” akım halktaki uğursuz nostaljileri depreştirmeye devam ediyorlar. Ama bunlardan hiçbiri de açıkça “yaşasın milliyetçilik!’” demiyor; kitleleri bu bayrak altında toplamaya çalışmıyor!
Kısaca Batı’da “milliyetçilik” çoktandır büyüsünü yitirdi ve yükselişi kamuoyunda bir tehlike olarak algılanmaya başladı. Buna karşılık “yurtseverlik” kavramı ön plana çıktı ve çok da iyi oldu. Ama bu iki kavram arasında yine de zıtlaşmalar yaşanıyor ve örneğin Türkiye’de bir “Fransız milliyetçisi” sayılan Başkan Macron, ülkesinde “milliyetçilik yurtseverliğin düşmanıdır” demek zorunda kalabiliyordu!

***

Peki, ya Türkiye? Ya bu ülkede “milliyetçi” söylem hangi konumda bulunuyor?

Aslında ülkemizde bu konuda çok farklı bir tablo var ve “milliyetçi” ideolojinin aşılması şöyle dursun, herkesin birbiriyle “milliyetçilik” yarışında olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Ama burada hemen şunun da eklenmesi gerekiyor: Bizdeki bu anakronik yarışta, başka birçok alanda olduğu gibi “milliyetçilik” kavramı da farklı anlamlarda kullanılıyor ve içinde yer yer birbirine zıt öğeler barındırıyor.

Bu konuda, Ziya Gökalp ve Atatürk’ün adlarını anarak bugünkü tartışmaları yönlendiren iki ana kaynaktan söz edebiliriz.

***

Bunlardan bizde milliyetçiliğin kurucusu sayılan Gökalp dışlayıcı bir “millet” anlayışına sahipti. O kadar ki bir şiirinde açıkça “millet”lerin kendi üyeleri arasında “tearüf” (uyum) sağlarken, başka millet üyelerine karşı da “tenakür” (yok sayma) duyguları yarattığını söyleyebilmişti. (Gökalp; Makaleler, 1981, s. 34). Üstelik bu anlayış İttihatçılığa da egemen oldu ve ülkeyi yıkıma sürükledi.

Oysa Atatürk farklı bir “milliyetçilik” anlayışına sahipti. Daha Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında, Meclis’te sorulan bir soru üzerine, milliyetçilik anlayışının “hodbinâne (bencil) ve mağrûrâne” olmadığını söylemiş, siyasetinin “bizimle iş birliği yapan bütün milletlere hürmet ve riayet” esasına dayandığını açıklamıştı. (14 Ağustos 1920). 1930’larda Türkiye’ye gelen Yunanlı devlet adamına da “Ben Makedonyalıyım, diyordu, Selanik’te çocukluğumdan beri milletinizin çocuklarıyla tanıştım, dostluk ettim (...) daha o yaşlardan beri milletinize muhabbetim vardır” (Belleten; 1981 Ocak, s.181).

Atatürk, çoğu iddiaların aksine, İttihatçılığın devamı değil, hasmıydı. Bu husumeti de daha çok komiteci yönetimin Jön Türkleri Alman emperyalizminin kuyruğuna takarak ülkeyi felakete sürüklediği son dönem yaratmıştı. “O İttihatçılar ki, diyordu, milletin zararına birkaç sene süren kötü idareleriyle ve memleketi içinden güçlükle sıyrılmaya çalıştığı bir uçuruma düşürmek cürmüyle bütün dünyada kıskanılmayacak bir şöhrete sahiptir”.

***

Ne var ki Kemalist kadrolardaki İttihatçılar da temizlenememişti.

Bu kalıntılar Kurtuluş Savaşı kahramanına açıkça karşı çıkamıyor, “artık Kemalistiz!” diyor, fakat hâlâ “İttihatçı” gibi düşünüyorlardı. Böyle bir anlayış “İslamcılık”la da uzlaşma potansiyeli taşıyor ve devrimin “çağdaş uygarlık” hedefine ters bir “Türk-İslam sentezi” özlemi yaratıyordu.

Aslında bu bir karşı devrim özlemiydi ve devrimci yönetimi en çok korkutan da bu oldu. İstiklal Mahkemeleri bu nedenle kuruldu; Serbest Fırka bu korkuyla kapatıldı; basın özgürlüğü bu kaygıyla kısıtlandı. Böylece çok partili hayata da bir yanda güven ve refahı Batı’ya sığınmakta arayan, öte yanda da devrimci ruhunu kaybedip hasımlarını taklide çalışan iki kanatla girildi. Ve bu fikir kısırlığında da ancak bunun yaratacağı gelişmeler yaşandı: Kör döğüşü şeklini alan siyasi çekişmeler; darbeler; idam sehpaları; ara rejimleri ve sonunda da İslamcı entegrizm tehlikesinin ortaya çıkışı…

Kuşkusuz bu arada ülke de yerinde saymıyor, belli bir kalkınma sağlanıyordu. Ne var ki bu kalkınma da çağdaş ölçütlerin ve ülke potansiyelinin gerisinde kalan; sosyal adalet ilkelerini hiçe sayan, üstelik büyük ölçüde de gelecek kuşakların altından zorlukla kalkacağı borçlarla sağlanan bir kalkınma oldu.

***

Oysa bu arada ülkedeki “milliyetçilik yarışı” da devam ediyor, “vatan”, “millet” ve “bayrak” sözleri herkesi heyecanlandırıyordu. Ama bütün bunlar kulağa hoş gelseler de aslında Tanzimat’la başlayan “modernleşme” çabalarımıza damgasını vuran “tarihi yanılgı”yı da gizleyemiyordu.

Bizim “modernleşme” çabalarımız, Osmanlı yöneticilerinin artık Batı üstünlüğünü yadsıyamaz hale geldikleri bir dönemde, “Batı’dan bilim ve teknolojiyi alalım, fakat yerli ve milli değerlerimizi de koruyalım” tutkusuyla başladı. Oysa Avrupa böyle bir anlayışla “kültürel bir model” haline gelmemişti.

Aydınlanma düşünürleri ithalci ve taklitçi değillerdi. Evrenselci idiler; nerede “doğru” ve “güzel” bir şey bulsalar rahatlıkla “bu bizim!” diyor ve onu, sanki kendileri yaratmış gibi, kültürlerinin bir parçası haline getiriyorlardı. Eski Yunan’ı incelerken “biz bunlardan neler alabiliriz?” diye tartışmıyorlardı; onlarla özdeşleşiyor, “bizler de çağdaş Sokrat ve Platon’larız!” diyor ve buna göre hareket ediyorlardı. Nasıl Atinalılar antik çağda “Site”lerde özgürce tartışmışlarsa, kendileri de “akademi” ve “salon”larda özgürce tartışıyorlardı. Yurtseverliğin gereği de buydu ve daha sonraları Jean Jaures’in dediği gibi evrenselciliğin çoğu yurtseverliği de artırıyordu. Oysa Yeni Osmanlıların en bilgesi Namık Kemal bile “cumhur”u “halkın hakimiyet hakkı” olarak övüyor, fakat bunun Osmanlı’da “mümkün olmadığını” söylüyordu. (Hürriyet, Eylül 1868). Batı’nın “parlamento”su varsa bizim de “meşveret”imiz vardı. Biz bize benziyorduk; özümüzü kaybetmemeliydik!

***

Yine de çağdaşlık özlemi, Batı’yla artan ilişkiler, Batı dürtüsü... derken bizde de “evrenselci” bir aydın kategorisi oluştu ve onların öncülüğünde bir “parlamento” kurduk ve “cumhur”u ilan ettik. Üstelik tatlı-sert yöntemlerle bunları halka da kabul ettirdik. Ne var ki bu “aydınlanma diktatörlüğü” de kendi düşmanlarını yaratıyor ve bu çelişki Meşrutiyet’ten itibaren siyasal hayatımıza “ilerici-gerici” kavgası görüntüsü veriyordu. Bir tarafta yaşam kavgası veren yoksul ve cahil bırakılmış kitleler, öte tarafta da hâlâ orada burada “model” arayan sermaye sözcüleri. Daha doğrusu meydanı boş bulup kitleleri peşinde sürükleyen demagog politikacılar… Ne yazık ki bu arada “liberalizm”in asla çare olmadığını, iktisadi yönüyle daha da “sistemli” bir köleliğe yol açacağını ilan edip yoksul halkın sesini duyurmaya çalışan aydınlar da en kaba yöntemlerle susturulmuştu. İşte “ülkücü” milliyetçiliğin “Cumhur İttifakı” adı altında İslamcılığı da yönlendirdiği günlere böyle geldik!

***

Aslında liberalizm Batı’da “ilerlemeci” bir rol oynamış, daha 1848 yılında Manifesto’da yazıldığı gibi, tüm sınırları aşan “küresel bir ekonomi” ve “küresel bir yazın” yaratmıştı. Ne var ki bu “küreselleşmiş ekonomi” aynı zamanda “egoist hesabın buzlu sularında” (Marks) kârına kâr katan acımasız sermayenin aracı haline gelmişti. Bu araç siyasal kavgasında artık “liberal” olamazdı. Büyüyüp yoğunlaştıkça “tekelci” eğilimi artıyor, ulusları birbirine düşürerek savaşlara yol açıyordu. Ve bu eğilime en uygun ideoloji de “milliyetçilik” oldu.

Gerçekten de milyonlarca insanın kaybına yol açan iki büyük savaşı aslında sınıfsal nedenler hazırlamış olsa da tetikleyen de milliyetçi coşku oldu. Bu nedenle barış, eşitlik ve özgürlük savaşçısı aydınların, özellikle de milliyetçiliğin yükseliş halinde olduğu ve İslamcılığın “milliyetçi” giysilere büründüğü bu yıllarda, en çok bu tehlike karşısında dikkatli olmaları gerekiyordu.

Yüz yıl kadar önce Julien Benda aydınları bu konuda uyanık olmaya, “ihanet”e sürüklenmemeye davet etmişti. Koşulların benzerliği günümüzde de Benda’nın mesajını bu yönüyle güncel kılıyor ve Cumhuriyet’in 100. yıldönümünü kutlamaya hazırlandığımız bu günlerde bizlere adeta “tehlikenin farkında mısınız?” diyor.