Flâneur kavramı 1800’lerde Batı Avrupa’da çıkmış. İlk olarak Fransız şair Charles Baudelaire tanımlamış, Walter Benjamin ise kurumsallaştırmış. Flâneur gezen, sık düşünen ve sürekli çıkarımlar, içsel felsefe yapan düşünürler. Balzac’a göre onlar gözün gastronomistleri. Flâneur, kente gelmiş ya da zaten kentsoylu olan, paradan çok zamanı olan ve kentte çoğunlukla yürüyerek dolaşan ve bakan erkek. Neymiş? Flâneur olmak için erkek olmak, bir adet kent merkezi bulmak ve sebepsizce yürümek gerekirmiş. Flâneur dediğimiz karakterin bir de kendine has bir iç sıkıntısı var. Kentin sürekli devinen ve insan aklının algılayamayacağı kadar kitlesel olan insan akışını izlerken yaşanan kendini, kimliğini kaybetme ve ezilme, yutulma gibi karışık bir his. Türkiye’de ise Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanıyla edebiyatımıza girmiş, flâneur’ün Türkçe çevirisi ‘aylak’ olmuş.

Kent aylağının kadın tipinin icadı ise George Sand’e dayanıyor. 1800’lerde erkek kılığına girerek Paris’in yürüyen marjinal tipi George Sand’e göre; ‘flâneuse’ yani kadından aylak olması zordur. Zira flâneur-erkek bakılan değil, bakandır, flâneuse-kadın ise bakan değil bakılandır - rahatsız edilmeden dolaşma anlamında-

Bir sokak fotoğrafçısı olarak Eugene Atget’e flâneur diyebiliriz belki. 1800’lü yılların sonları. Hayatının bir bölümünde ressam olmuş, tiyatro oyunculuğu, denizcilik olmak üzere çeşitli işlerde hayatını çalışarak geçirmiş. Büyük format fotoğraf makinesi ile Paris’in sokaklarını arşınlamış. Bir şeyler üretme kaygısından çok, hayatta kalma içgüdüsü baskın. Çünkü 40 yaşına gelmiştir ve tiyatrodan kazandıkları ile geçinemeyecektir. Paris’in sokaklarında kente dair ne varsa fotoğraflarını çeker. Vitrin camları, çeşmeler, heykeller, ağaçlar, kaldırımlar, kafe müşterileri, seyyar satıcılar. Atget fotoğrafın icat edildiği yüzyılda ve eski bir ressam olarak “portre”lerden/stüdyolardan sokaklara inen ilk büyük fotoğrafçı olarak tarihteki yerini almıştır.

Benjamin; “Atget, bütün dikkatini unutulmuş ve görmezlikten gelinmiş şeylere yöneltmişti; bu yolla, şehir isminin egzotik, romantik, mesafeli yankılarının karşısına gerçekliği çıkarmış oluyordu.” Atget bir flaneur misali kamerası ile şehrin kaldırımlarını arşınlar. Otellerin girişlerini, vitrin camlarından yansıyan sokakları, şehrin ıssızlığını sunar bizlere. 1927 yılında Paris’te öldüğünde arkasında binlerce fotoğraf bırakarak göçer. Ölümünden sonra ABD’li fotoğrafçı Berenice Abbott fotoğraflarını topladı. Sefalet içinde öleceği zamanlarda çektiği fotoğrafların bir gün NewYork Modern Sanatlar Müzesi’nin koleksiyonunda yer alacağını düşünmemişti. Eugene Atget fotoğrafın stüdyodan sokağa çıkmasında, zamanla sokak fotoğrafının ve buna bağlı olarak haber/ belgesel fotoğrafçılığının gelişmesinde katkısı yadsınamaz.

Oysa Baudelaire modernizmin yeni oyuncağı olan fotoğrafı, zamanında resim sanatının rakibi olarak görmüştü. Baudlaire fotoğraf hakkında “fotografi sanayi, öğrenimlerini tamamlayamayacak kadar yeteneksiz ya da tembel bütün başarısız ressamların sığınağı olduğundan, bu evrensel düşkünlük yalnızca körleşmenin ve budalalığın izlerini taşımakla kalmıyordu, ama bir öç almanın da rengine sahipti…(fotoğraf) Fransız sanatındaki yaratıcılığın kurumasına fazlasıyla yardımcı olmuştur” diyerek resim sanatının giderek “düşlediği değil ama gördüğü şeyi resmetme eğilimine” girdiğini ve böylelikle de sanatın özüne olan saygısını yitirdiğini söyler.

Reklamcılar makineleri satmak için; “Düşünmeyin! Kameranızı alın, dışarı çıkın ve önünüze geleni çekin” dediler, nasılsa metropol size bir şeyler hazırlayacaktır. Kentte dolaşan ama yaşama müdahale etmeyen bir dolu aylak fotoğrafçı var, onlarla karşılaşıyoruz. Oysa sorunu doğru görmek gerekiyor; flâneur, bir şey yapmanın zıttı mıdır, yoksa serseriliğe övgü müdür, bir bohem insan hali midir, yoksa modern toplumda dayatılan yaşama seyirci, pasifize edilmiş bir bireysi kimlik midir? Demek ki neymiş; aylak fotoğrafçı olmamak lazımmış.