Aynada zaman çabuk geçiyordu. At, bağlı olduğu makine ile odası arasında mekik dokuyor ve başka hiçbir şey yapmıyordu. Adam kahrından ölecek gibi oldu. Gördüklerinde bir sonuca ulaşmaya başladı. Parçaları birleştirilen bir puzzle’ın gizlediği şeyi açığa çıkarması gibi…

Ayna-2

TACİM ÇİÇEK​

Öykünün ilk hafta yayımlanan kısmı, bu paragrafla bitmiştir.

“…Bütün cesaretini topladı, yakında olduğunu çok iyi bildiği üstelik de kırdığı bütün aynaları satın aldığı aynacıya yöneldi. Bir ara sokağa saptı. Çeşit çeşit aynalara baktı. Aynalarda hep kendisini gördü. At yoktu. Buna bir anlam veremedi. Kuşkulandı. Bir neden bulmaya çalıştı, ama bulamadı. Hızlı adımlarla eve döndü. Odaya girdi. Biraz oturdu. Cebinden sigara paketini çıkardı. Bir sigara çıkarıp yaktı ve iki üç nefes çekti. Karısı, bir gölge gibi önüne bir kül tablası bıraktı ve köşesine çekildi…”

Çocuklarına sarıldı. Gözlerini kocasından ayırmadı. Ona ne olduğunu kendince anlamaya çalıştı. Bekledi. Bir noktaya odaklanmış olan gözlerini duvardaki aynaya çevirdi adam. Kısa bir süre aynaya baktı ve ardından ayağa kalktı. Aynanın karşısına geçti. Onun evden ayrılmasını fırsat bilen karısı aynaya uzun uzun bakmıştı, ama yorgunluktan ve yoksulluktan bitkin düşmüş görüntüsünden başka bir şey görememişti. Onun ne gördüğünü doğrusu çok merak ediyordu. Adam, iyice sokuldu aynaya. Zikzak yapıp koşan atı gördü yine. İçinden,

“Bunun bir anlamı olmalı, olmalı ama ne! Çıldırdığımı kabullenmeliyim. Sonuna kadar gitmeliyim aslında, ne olacaksa olsun bir an önce!” Bir köşede öylece bekleyen ve gözlerini kendisinden ayırmayan karısına ve çocuklarına baktı bir süre. Hemen odadan fırladı. Çevredeki kondulara girip çıktı evdekilerden izin alarak. Onların şaşkın bakışları arasında aynalara baktı tek tek. Önce de bunu yaptığında ne gördüyse yine onu gördü, yani atı…

“Nergis”in kendini görüp âşık olduğu ilkel ayna bile beni ben olarak göstermiyor, o atı gösteriyor. İşyerinin aynalarında ise bambaşka birisiyim. Ben, benim ama ben olmayan biriyim. O aynalardaki görüntüm ne kadar ben olabilirim ki?! Bunun üstüne üstüne gitmekten başka çarem yok. Ne olacaksa olsun bir an önce. O at ne anlatmak istiyor bana? Sonra nelerden kaçıyor? Ne yapmak istiyor? Bunları öğrenmeliyim. Kendim için, çocuklarım ve karım için. Dostlarım, arkadaşlarım, komşularım için.” dedi içinden ve eve geldi.

adam, aynanın karşısına geçti, her zamanki gibi. tahta sandalyeyi yanına çekti. tıraş takımını üzerine koydu. yüzünü sabunladı. kararlı ve kendisinden oldukça emin bir şekilde aynaya dik dik baktı.

Alacalı at, bulutlardan bir yol üstünde koşuyordu. Arada sırada irkiliyor, duruyor ve de bir seslenen oluyormuş gibi kulak kesiliyor sonra da bütün gücüyle ileri atılıyordu. “Bu ayna sihirli mi? Aklımdakileri mi gösteriyor bana? Kaçtığım bir şey mi var yoksa?! Peki, bu ne olabilir ki?! Ne saçmalıyorum ben de! Olacak şey mi! Aynalar sadece masallarda sihirli olur. İnandığım ve söylediğim şeye bak! Öyleyse nedir bu yaşadıklarımın anlamı?! Bu bir rüya mı? Gündüz pek rüya görülmez ama… Uyusam hadi neyse diyeceğim ama gündüz uykularını hiç sevmem ki ben! Bu bir düş olabilir mi peki?! Acaba! Düş de sürekli olmaz ki canım! Bırak kendinle konuşmayı da seyret ve bekle!” dedi içinden. Aynada gördüklerinin detayına girdi. Detaya girdikçe de korktu. Atı yakalamak için kimlerin tuttuğu belli olmayan sayısız kement uçuşuyordu havada. Atın kementlerden korunmak için zikzak yaptığını anladı. At, kimi zaman bu kementlerden birine yakalanıyor, sonra da kurtulmak için ustaca manevra yapıyor ve diğer kementçilerden biraz da olsa koruyordu kendini.

Detaya daha da indi. Saç teli kalınlığındaki kementlerin kimi çiçeklerden, kimi tellerden, kimi sabun köpüğünden, kimi pamuk ipliğinden, kimi de sınır tellerindendi. İşte bunlara yakalanmamak için durmadan koşuyordu. Hatta koşmuyordu da uçuyordu. Olan oldu sonunda. Çiçekten bir kement atın boynuna takıldı. At, kurtulmak için çabaladıkça, çiçeklerle kamufle edilen dikenli telden kemendin korkunçluğu açığa çıktı. Adam kement boynundaymış gibi haykırdı birdenbire. Adamla birlikte odadakiler de irkilip korktular. Ağızlarını açıp nedenini soramadılar. Adam, gözlerini boynu kan içinde kalan attan ayırmadı. Öylece kaldı. Acılandı atla birlikte. Kementten kurtulması için dileklerde bulundu. At, sonunda görünmeyen kementçilerden birinin tuttuğu bu kementten kurtulmayı başardı. Hızlandı. Dişleriyle boynunda kalan kement parçasını çıkardı. Yaralarını yalamaya çalıştı. Adam şaşırdı, çünkü atın yaladığı yerler anında iyileşiyordu. Müthiş bir keyif ve cesaret aldı adam bundan. At hâlâ koşuyordu. Yorulmak nedir bilmiyordu. Sağından solundan yağmur gibi üstüne atılan kementlerden kolayca kurtuluyordu. Birbirinden farklı ve korkunç görünen kementlerin sonu gelmez yol boyunca sürdüğünü gören at, bir kemende yakalanması gerektiğini bildiğinden olsa gerek yavaşladı sonunda. Pamuk ipliğinden kemendin boynuna geçmesine göz göre göre yardımcı oldu. Adeta boynunu uzattı. Adamın soluğu kesilecek gibi oldu. Gözlerini kırpmadan baktı. At canını yakan bir şey varmış gibi kurtulmaya çalışıyor, havalara zıplıyordu. Sesi yeri göğü inletiyordu. Gücü tükendi, sakinleşti. İçinde çelik tel bulunan pamuk ipliğinden kemendi çeken kementçiden yana ayak diretmeden, isteksizce yürüdü. Adam bu duruma çok üzüldü. Boğazı kurudu. Heyecanlandı. Kahroldu. Kudurdu. Bunu bir türlü kabullenemedi. İsyan etti. İçlendi. Duygulandı. Ağlayacak gibi oldu. Atı kimin yolundan alıkoyduğunu öğrenmek istedi. Merakı karşı konulamaz bir sel oldu sonra. Atla birlikte kemendi çekenden yana kaydı gözleri. Devasa bir gölgenin atı loş bir odaya soktuğunu gördü. Burada yüzlerce makine vardı. Devasa gölge, atı makinelerden birine bağladı. Ardından da kocaman bir duvarı kaldırdı. Mavi gökle boy ölçüşecek kadar yüksekti bu duvarın arkasındaki ikinci duvar. Bu duvarın da önünde yan yana sıralanmış ve birbirinin aynısı odalar vardı. Odaları bekleyen başka bir gölgeye atı gösterdi. Odaların sorumlusu gölge devasa gölgeye atın kalabileceği odayı gösterdi. Sonra da kalacağı yerden getirdiği “kısa adımlık”ları atın ayaklarına taktı. At, makinelerle odası arasında gidip gelsin, ama başka bir yer görmesin diye de atın gözlerine “at gözlüğü” geçirdi.

Aynada zaman çabuk geçiyordu. At, bağlı olduğu makine ile odası arasında mekik dokuyor ve başka hiçbir şey yapmıyordu. Adam kahrından ölecek gibi oldu. Gördüklerinde bir sonuca ulaşmaya başladı. Parçaları birleştirilen bir puzzle’ın gizlediği şeyi açığa çıkarması gibi… Çin Seddi gibi uzun ve mavi gök gibi yüksek duvarın ötesini görebildi adam. Orada “at gözlüğü” ve “kısa adımlık”lar taşımayan atlar gördü. At gözbağını çıkarmaya çalıştı. Adam sevindi. Yerinde duramadı. Bir çocuk gibiydi. Atlar, makinelerin yerine gereksinimlerini karşılamak için zorunlu ama kendi koşulları doğrultusunda gitmek için birlikteydiler. Kazanımlarını daha da arttırmak istiyorlardı. At ve adam dev gibi görünen gölgenin aslında çok küçük olduğunu gördüler. At olanca gücüyle adımlıklara aldırmadan yüksek duvara doğru atıldı. Adam, atın duvara çarpıp parçalanacağını sanarak korkudan, üzüntüden gözlerini kapadı. Çok geçmeden atın sevincini gösteren kişneme sini işitti ve gözlerini açtı. At aşılmaz gibi görünen devasa duvarların öteki tarafındaydı. Adam daha da sevindi. Şaşırdı da. Çünkü yüksek mi yüksek sandığı duvarlar hiç de yüksek değildi. Şaşkınlık şok etkisi yaptı adama. Gözlerine inanamıyordu. Çünkü öteki taraftaki atlar tanıdıklara dönüşüyorlardı aynada.

“Bunlar,” dedi bağıra bağıra, “iş arkadaşlarım be! O at da benmişim meğer!” Yapboz tamamlanmıştı sonunda. İçi içine sığmadı. Aynada gerçek kendisini görüyordu artık. Gülen gözlerle baktı karısına ve çocuklarına. En küçüğünü kucakladığı gibi bastı bağrına. Hoplatıp zıplattı onu biraz. Sevgiyle baktı karısına, “Sen bir ara aç mısın, bir şey yemek ister misin gibi bir şeyler mi söyledin bana, yoksa ben mi uyduruyorum bunu?” dedi. Evet, anlamında başını salladı karısı. “Öyleyse boş ver yemeği hanım,” dedi hiç söylemediği içten bir sesle, “ben yemeğin alasını kazanmanın ve insan olmanın kavgasına gidiyorum. Şu an bir tok/atım!”

Ve fabrikadaki şenliğe koştu…