Aynı Deliler Gemisi’nde sürüklenen bizler

Merve KÜÇÜKSARP

Ressam Hieronymous Bosch’un ‘Deliler Gemisi’ isimli maruf bir tablosu vardır. Rönesans döneminin başat eserlerinden biri olarak kabul edilen bu tabloda Bosch dünyadan ve kendi ahvalinden habersizce eğlenerek vakit geçiren bir grup insanı tasvir eder.

İlk bakışta sanatçının pek çok eseri gibi gerçeküstü bir üslupta resmedilen tablonun arka planında Bosch’un hayalhanesinden çıkan bir fikir değil, bir ahir zaman hikâyesi bulunuyor; gemilere bindirilerek şehirlerden uzaklaştırılan delilerin hikâyesi. Zira Michel Foucault’nun, ‘Deliliğin Tarihi’ eserinde anlattığına bakılırsa, yüzyıllar önce, Ortaçağ Avrupa’sında deli yaftası yapıştırılan kim varsa, bir tedavi yöntemine başvurulmaksızın gemilere bindiriliyor, nehirler, denizler boyunca gezdiriliyordu. Üstelik yalnızca ruh beden ikiliğine aykırı olanlar değil, eşcinseller, marjinaller, yabancılar gibi toplumun genel kaidesine ve yapısına ‘uygunsuz’ davrananlar da bu gemilerle şehir hayatından tecrit edilerek sükûnet sağlanıyordu.


Usta gazeteci Nazım Alpman’ın yeni kitabı ‘Tımarhane Günlüğü’nü okuduktan sonra Bosch’un ‘Deliler Gemisi’ tablosunu ve Foucault’nun deliliğin tarihine dair yazdıklarını düşündüm. Alpman’ın kültür, sanat ve edebiyata, ülkenin maruf simalarına, hukukun ahvaline, tarihe, ahlakın hal-i pürmelaline, demokrasi, basın ve ifade özgürlüklerine dair kaleme aldığı yazılarla ülkenin son iki senesi içinde yolculuk yaparken, bu ülkede yaşayan insanların akıl sağlıklarını korumalarının mümkün olup olmadığını da keza. Düşünün ki, bir ülkede politikacı ve gazetecilerin tıynetlerinin ibresi akreple yelkovandan hızlı yer değiştiriyorsa, utanmak kamusal alandan fersah fersah uzak bir hisse, “daha da kötüsü olmaz” dediğimiz her noktada çok daha kötüsü oluyorsa ve ne yazık ki her türlü aşırılığı, kötülüğü kanıksamaya başladıysak, her ne olursa olsun kimse nedamet getirmiyor, suçlular mağdurmuş gibi gözyaşı döküyor, masumlar demir parmaklıkların arkasında vakarla onları seyrediyorsa, ülkede kaç kişi ölürse ölsün kalan sağlar bizimle düsturuyla başka bir güne uyanılıyorsa, çöp toplayarak hayatta kalanlara milletin hakkını yiyormuş muamelesi yapılırken vatandaşı çöplerde rızık arayacak raddeye getirenler ‘milletin hizmetkârı’ edasıyla ortalıkta caka satıyorsa, birileri acı çekerken başka birileri o acıların üzerinde halay çekiyorsa, bu ülkenin vicdanlı bir gazetecisinin ülkenin ruh haline dair tuttuğu notlara ‘Tımarhane Günlüğü’ ismini vermesinden daha tabii ne olabilir ki!

Alpman’ın yazıları oldukça nükteli, zekice kurgulanmış, olağan köşe yazılarından ziyade, Ataol Behramoğlu’nun kitabın önsözündeki deyişiyle, adeta ‘ters köşe yazıları’ mahiyetinde. Kitapta Türkiye’nin adalet ve demokrasi karnesine dair notlar çoğunlukta. Bilhassa basına yönelik baskılar ve yandaş medyanın zaman zaman düştüğü trajikomik durumlar, Alpman’ın kalemini doladığı meselelerin başında geliyor.

Malum yaşarken trajedi olarak değerlendirdiğimiz çoğu mesele, üzerinden zaman geçtikçe komediye dönüşebiliyor. Alpman’ın, ülkede vuku bulmuş kimi politik meselelere dair yer yer gülümseten ironik yazılarını okurken, bir yazarın, ülkedeki vahim olayları, üzerinden yeterince zaman geçmediği halde böyle mizahla resmedebilmesinin, onun yalnızca muhalif bir gazeteci kimliğine sahip olmasıyla değil, bilakis tarafsız olmasıyla, olaylara soğukkanlı, dikkatle ve doğru mesafeden bakabilmesiyle mümkün olabileceğini düşündüm. Üstelik yerli ve milli olmaya senalar düzen kadroların yerli ve milli olanları nasıl ihtimamla gözettiklerinin(!) anlatıldığı Yaşasın Yerli ve Milli Olmak, din mefhumunun bir cenah için ne denli dünyevi olduğunun (!) tahlil edildiği Siyasal İslam ve Faydaları, demokrasiyi sandıktan ibaret sananların iktidarları söz konusu olduğunda milletin iradesine nasıl itibar ettiklerinin (!) hicvedildiği Kayyumokrasi, iktidar yanlısı gazeteci olmanın nasıl incelikler istediğinin incelikle tasvir edildiği Yalakalık İstikrar İster, ülkemizde doğru söyleyenin dokuz köyden kovulacağının hikaye edildiği, Huzurlu Yalanlar Cenneti ve Bana Gerçekleri Söyleme, Kanal İstanbul projesinin şehir açısında anlamının masaya yatırıldığı Hayal İstanbul isimli yazılar, Alpman’ın, Ahmet Rasim ve Refik Halid’in başını çektiği “müstehzi muharrirlik” geleneğini sürdürdüğüne delalet ediyor.
Alpman’ın yazıları belleğini yitirmiş bir ülkenin son iki senesine dair bir hatırlatma niteliğinde.

Ülkenin değil mi ki, en meşhur metaforu oldu ‘Aynı Gemideyiz!’ sözü; üstelik Alpman’ın, kitabına ismini verdiği ‘Tımarhane Günlüğü’ isimli yazısı da hepimizin aynı tımarhanede olduğuna dair hakkaniyetli bir öyküden ibaret, o halde bir deliler gemisinde değiliz de neredeyiz? Evet, biz, 83 milyonumuz birden pusulası şaşmış, akıbeti meçhul bir deliler gemisindeyiz. Kimimiz öfkeli, kimimiz dünyadan habersiz. Ne var ki Bosch’un tasvirinden de, Ortaçağ Avrupası’ndakilerde de daha netameli bir gemi bu; her yeri delik deşik, gitgide su alıyor, hukukuyla, demokrasisiyle, ekonomisiyle, kültür ve sanatıyla ve tüm yolcularıyla birlikte dibe doğru sürükleniyor.