KADİR İNCESU Baba Abdülkadir Budak gibi çocukları Emel Güz ve Orhan Göksel de şair. Aynı evde yaşayan 3 şair ve edebiyatla ilgisi iyi bir okur olmak olan anne Ayşe Budak… Hatay Restaurant’ta Sincan İstasyonu dergisinin 100. sayısı nedeniyle düzenlenen etkinlikte Abdülkadir Budak, dostlarıyla hasret giderirken, Ayşe Hanımla laflıyoruz. “Çalışıyor musunuz,” soruma gülerek yanıt veriyor:    “Çalışmıyorum, […]

Aynı evde üç şair

KADİR İNCESU

Baba Abdülkadir Budak gibi çocukları Emel Güz ve Orhan Göksel de şair. Aynı evde yaşayan 3 şair ve edebiyatla ilgisi iyi bir okur olmak olan anne Ayşe Budak…

Hatay Restaurant’ta Sincan İstasyonu dergisinin 100. sayısı nedeniyle düzenlenen etkinlikte Abdülkadir Budak, dostlarıyla hasret giderirken, Ayşe Hanımla laflıyoruz.

“Çalışıyor musunuz,” soruma gülerek yanıt veriyor:   

“Çalışmıyorum, tek işim şairlerimin şiirlerini dinlemek…”

Yaklaşık 50 yıl öncesinden başlıyoruz söze, bir yıldırım aşk hikâyesi onlarınki…

19 yaşındaki Abdülkadir Budak, İstanbul’a ablasına misafir olarak geldiği bir gün tanışır 18 yaşındaki Ayşe Hanım ile…

O günlerde de şiire tutkulu olan Budak sevgisini de hiçbir kitabına girmeyen “Benden Çok Şey İsteme” adlı şiiriyle itiraf eder:


       Beni mazur gör seni rüyalarından alıp
       Acı hakikatlerin kucağına atamam

       Başka âşıklar gibi güzel olan her şeyi

       Önüne sereceğim diye yalan yapamam…

İyi insan, iyi şair

Eşinin zamanının büyük bölümünü şiire ve okumalara ayırmasına karşın evini hiç ihmal etmediğini ifade eden Ayşe Hanım, Cahit Külebi ile yaşadığı bir olayı da anlatıyor:

“Bir şiir etkinliğinde Cahit Külebi ile yan yanaydık. Kadir şiir okuyordu. Külebi bana, ‘Çok iyi bir şair kocan var biliyor musun?’ dedi. Ben de, önce çok iyi bir insan, sonra iyi bir şair dedim. ‘Ne demek, kötü bir insan olsaydı, iyi bir şair olamaz mıydı?’ deyince de, “olurdu ama benim için olmazdı dedim.”

Eşiyle birlikte şiiri tanıdığını, daha çok okumaya başladığını vurgulayan Ayşe Hanım eşinin şiirlerini ilk olarak hep kendisinin okuyup, değerlendirdiğini, bir okur olarak istediği gibi eleştirdiğini belirtiyor ve gururla ekliyor: “Kadir bugüne kadar hiçbir konuda beni yanıltmadı.”

AYŞE BUDAK

Güz çiçeği Emel…

Evin çocukları Orhan Göksel ortaokul, Emel Güz ise üniversite yıllarında başlar şiir yazmaya… Önceleri kızının şiirler ilgilenmesini istemez Ayşe Hanım… Ancak bir gün kızının yazdığı bir şiiri okuduğunda kararını da değiştirir:

“Kızıma, bir arkadaşımın adını, bir diğerinin de soyadını alalım, o adla Bilkent’in Dört Mevsim dergisine gönderelim, dedim. Şiir çıktı. Dergideki şiiri Kadir’e okudum. Kimin yazdığını sordu, Cahide Özata dedim. ‘Adını duymadım, ama iyi gençler geliyor’ dedi. Kızım da “keşke ya adı ya da soyadı bana ait olsaydı; sanki benim değilmiş gibi” dedi… Kardeşi de ablasına hep güz çiçeğim diye seslenirdi. Böylece Emel Güz adını kullanmaya başladı. Sonra da şiire devam etti.

“Anneye dantelden babaya şiirden vardık”

Ayşe Hanım, şiir yazılmayan, şiir okunmayan bir ailenin bir gecesinin nasıl geçtiğini bilmediğini söyleyerek ekliyor: “Bizim günlerimiz çok güzel geçiyor. Kitaplardan, dergilerden şiirler okunuyor. Eşimi, çocuklarımı seviyorum, gerisi teferruat. Onlar yazıyor, ben de okuyorum, eleştiriyorum. Bu hayat bize zor gelmiyor.”
Anne yazmıyor ancak elişine olan ilgisi de dikkat çekici… Emel Güz’ün, “anneye dantelden babaya şiirden vardık ” dizesi de bunun ispatı…

Ayşe Hanım, bugüne kadar bir dize bile yazmadığını bilen Enver Ercan’ın kendisine, “Ayşe Hanım sen yaz, bunların ipliğini pazara çıkart… Kitabın 25-30 baskı yapar” dediğini de anlatıyor biraz hüzünle…

Merak etmeyin baba kız şiir konuşuyor

Evdeki sistem Abdülkadir Budak için düzenlenmiş. Misafirlik ve özel günler dahil olmak üzere… Baba kızın en büyük keyfi şiiri üzerine konuşmaktır. Emel Güz evlenip evden ayrıldıktan sonra eskisi gibi şiir sohbetleri yapamayan ikili fırsat bulduğunda ise sesler yükselmektedir. Konu şiir olunca ne baba kızını, ne de kızı babasını tanımamaktadır.

Anne Ayşe Hanım da bu durumun yanlış anlaşılmalara mahal vermemesi için bitişik komşusunun kapısını çalarak, “Bu akşam Emel gelecek, yükselen sesler duyarsanız merak etmeyin, baba kız şiir konuşuyor olacaklar…” der.

EMEL GÜZ ANLATIYOR
Emel Güz, söze gerek yok diyerek “Bir Evde Üç Şair Sonesi” şiirini okuyor…

Acıyla oyun oynadım olmasın çocuğum

Oynamıştı babam bir evde biz üç yalnızız

Kocamın bağrına bastığı şen korkuluğum

Ölmüşüz genç iken biz şiirde hayattayız

Sabaha telaş gecedir insana yaşlanmak

Üç telaşta dört kişi aynı anda karardı

Çağırdı kıyameti odalarda saklanmak 

Bir çocuk tam o anda bin yıl daha yaşlandı

İstemem gün yüzü görmesin şiirsiz evler

Üçte dokuz olana benim annem yeter mi

Başkasına liriktir o sessiz kelebekler

Üç kez geldim dünyaya bu yazılan benim mi

Kalmaz bir gün kendine kocaman bir ömürde!

O bana kaza ben ona kader kocam gövde!

ORHAN GÖKSEL ANLATIYOR

Çocukluğum… Hafta sonları babana ait daktilo tuşlarının sesiyle uyanırdım sabaha. Arkadaşlarımın bu duyguyu yaşayamadığını bilir, kendimi hep ayrıcalıklı hissederdim. Babam şairdi, ben de o’nun iki şairinden biriydim.

On yedili yıllarımda ilk şiirimi Karşı Edebiyat dergisine göndermiştim ve heyecanla çıkacak sayıyı beklediğimi hatırlıyorum. Öyle de oldu. Burhan Günel şiirimi yayınladıktan sonra bana bir mektup gönderdi. O sırada Kayseri’de yaşıyorduk. En baştan beri soyadımı kullanmamayı seçmiştim. Mektubunda bana, şair Abdülkadir Budak’ın Kayseri’de olduğu, o’nunla görüşmemin şiirime büyük katkı sunacağını söylüyordu. Korkarak babama “Şimdi ne yapacağız?” diye sorduğumu hatırlıyorum. Nihayetinde kendisine gerçeği söylemek zorunda kalmıştık. Çok sevinmişti. Güzel bir anı oldu benim için.

Bir evde üç şair diyorlar. Gerçekte iki şair olduğunu söyleyebilirim. Babam ve ablam Emel Güz. Onlar sadece şiir yazmıyor, şiiri yaşıyorlar. İkisinin edebiyat üzerine yaptıkları sıkı tartışmalara, seslerin aşırı şekilde yükselmesine dahil olmuyorum hiç. Onlarla olan tek benzerliğim kanımda şiir dolaşıyor olması. Salâ adlı ilk kitabımda Emel Güz’le yaptığımız söyleşide babam için “Abdülkadir Budak’tan şiiri çıkarın, geriye bir şey kalmaz..” demiştim. Oysa şiiri benden çıkarın, serumla da olsa yaşamaya devam ederim.

Ben, konuşmak yetmediği için yazmak zorunda bırakılıyorum şiir tarafından. Yazıyorum, imzamı atıyorum ve bir sonraki şiire kadar çekiliyorum kabuğuma. Doğru, ikinci kitabım Beyhude Kan yeni çıktı ancak Salâ’dan on bir yıl sonra. Edebiyatın içinde değilim, dışında da. Kendim için yazıyorum. Babama ve ablama bakarak ben şairim diyemiyorum. Böyle bir iddiam yok, buna ihtiyacım da. Beyhude Kan’ın arka kapağında söylemiştim. “Belki biraz şair ama hep belki / Teni ruhunun zindanı / Nefes alışverişi sıradan..” biriyim.

ABDÜLKADİR BUDAK ANLATIYOR

Rahmetli Enver Ercan bir telefon görüşmesinde “Abdülkadir, siz bir evde üç şairsiniz. Bunu yazarsan Yasakmeyve dergisinde yer veririm” deyince fark etmiştim “bir evde üç şair” olduğumuzu.

Bu, öylesine doğal, kendiliğinden olan ve gelişen bir şeydi ki, bir eve (hele de eşime) üç şair fazla gelir düşüncesine bir an bile kapılmamıştık. Ben annemin şair oğluydum da, evlatlar babaya mı çekmişti? Gözlerini açtılar, babayı onca kitabın arasında dolaşırken, şiirlerini daktiloya çekerken gördüler. Şiir iyi bir şey olsa gerekti; kendileri tarafından da yazılması gereken bir şey. İkisi de ilk şiirlerini bana haber vermeden ve üstelik Budak soyadını kullanmadan yollamışlar dergilere. Çıkınca haberim oldu şiir yazdıklarından. Kendi adlarıyla varolmayı en başta göze alan, kendi kanatlarıyla uçmayı deneyen iki gencecik şair adayı. Biri Emel Güz koymuş adını, öteki Orhan Göksel demiş. Bir evde üç şair neyse de, edebiyat dünyasında üç Budak… Olmaz.

Ben çok kitaplıyım, Emel Güz dört, Orhan Göksel ise iki kitaplı. Şimdilik…

Enver Ercan’ın isteğini yerine getirip bu konuya değindim. O kısacık yazı evde durumu en zor ve acıklı olan eşime adanmış şu şiirle bitiyordu:

AĞIR CEZA

Koca dünya bir şaire dar iken

Aman Tanrım! Bizim evde üç şair

Benim karım ve onların annesi

Olana acırım, delirecektir!

Şair kendini bile taşıyamazken

Bu çilekeş kadın taşır üçüni

Kendini onun yerine koy da görelim

Tanrım sına bakalım büyük gücünü!

ORHAN GÖKSEL ANLATIYOR

Çocukluğum… Hafta sonları babana ait daktilo tuşlarının sesiyle uyanırdım sabaha. Arkadaşlarımın bu duyguyu yaşayamadığını bilir, kendimi hep ayrıcalıklı hissederdim. Babam şairdi, ben de o’nun iki şairinden biriydim.

On yedili yıllarımda ilk şiirimi Karşı Edebiyat dergisine göndermiştim ve heyecanla çıkacak sayıyı beklediğimi hatırlıyorum. Öyle de oldu. Burhan Günel şiirimi yayınladıktan sonra bana bir mektup gönderdi. O sırada Kayseri’de yaşıyorduk. En baştan beri soyadımı kullanmamayı seçmiştim. Mektubunda bana, şair Abdülkadir Budak’ın Kayseri’de olduğu, o’nunla görüşmemin şiirime büyük katkı sunacağını söylüyordu. Korkarak babama “Şimdi ne yapacağız?” diye sorduğumu hatırlıyorum. Nihayetinde kendisine gerçeği söylemek zorunda kalmıştık. Çok sevinmişti. Güzel bir anı oldu benim için.

Bir evde üç şair diyorlar. Gerçekte iki şair olduğunu söyleyebilirim. Babam ve ablam Emel Güz. Onlar sadece şiir yazmıyor, şiiri yaşıyorlar. İkisinin edebiyat üzerine yaptıkları sıkı tartışmalara, seslerin aşırı şekilde yükselmesine dahil olmuyorum hiç. Onlarla olan tek benzerliğim kanımda şiir dolaşıyor olması. Salâ adlı ilk kitabımda Emel Güz’le yaptığımız söyleşide babam için “Abdülkadir Budak’tan şiiri çıkarın, geriye bir şey kalmaz..” demiştim. Oysa şiiri benden çıkarın, serumla da olsa yaşamaya devam ederim.

Ben, konuşmak yetmediği için yazmak zorunda bırakılıyorum şiir tarafından. Yazıyorum, imzamı atıyorum ve bir sonraki şiire kadar çekiliyorum kabuğuma. Doğru, ikinci kitabım Beyhude Kan yeni çıktı ancak Salâ’dan on bir yıl sonra. Edebiyatın içinde değilim, dışında da. Kendim için yazıyorum. Babama ve ablama bakarak ben şairim diyemiyorum. Böyle bir iddiam yok, buna ihtiyacım da. Beyhude Kan’ın arka kapağında söylemiştim. “Belki biraz şair ama hep belki / Teni ruhunun zindanı / Nefes alışverişi sıradan..” biriyim.