Galatasaray’da Ünal Aysal başkanlığında son dönemde yaşananlar üniversitelerin işletme bölümünde ders olarak okutulacak cinsten

Galatasaray’da Ünal Aysal başkanlığında son dönemde yaşananlar üniversitelerin işletme bölümünde ders olarak okutulacak cinsten.


Hatırlarsınız Aysal, servetini yurtdışında kazanmış, üstelik epey de büyük bir servet elde etmiş bir işadamı olarak Galatasaray camiasına hafiften paraşütle iniş yapmıştı.


Futbol takımının UEFA Kupası’nı almasının ardından bu süreç iyi yönetilememiş, lüzumsuz transferlerle borçlanarak büyümeye çalışan kulüp can simidi olarak Ünal Aysal’ın nakit yardımına tutunmuştu.


Bu hayat kurtaran nakdi yardım sayesinde ve İnan Kıraç’ın telkinlerinin de büyük etkisiyle camiaya hızlı bir giriş yapan Aysal, kulüp yöneticiliğinin ‘ara’ kademeleriyle uğraşmayıp pat diye başkanlık koltuğuna oturuvermişti.


Öyle ki, 2011 yılında başkan seçildiği kongrede tam 2 bin 998 oy toplayarak Galatasaray tarihinin en çok oyla seçilen başkanı olmuştu.
O günlerde Galatasaray Başkanlığı görevinin Aysal’a nasıl da kolay bir iş gibi göründüğünü verdiği çeşitli röportajlardan anlamak mümkün.
Örneğin bir röportajında ‘büyük firmalarda deneyimi olan CEO veya patron 10 kişinin bir araya gelmesi’ gerektiğini söylüyordu. Kurumsallığa inandığını, futbolu işin uzmanlarına devredip performansa bağlı olarak hesap soracağını belirtiyordu.


Böyle bakınca sahiden çok basit görünmüyor mu?


Koskoca şirketlere milyon, hatta milyar dolarlar kazandıran 10 profesyonelin bir kulübü kârlı ve başarılı kılmasından daha kolay ne olabilir, öyle değil mi?


Değil işte.


Hatta hiç değil.


Devam edelim. Aysal hızla kulübün başına geçti ve bir süre kulübü tam da öncesinde anlattığı gibi yönetti. Çok fazla ortada görünmedi, transfer vesaire gibi teknik işleri çeşitli danışmanlara, yöneticilere devretti, rakiplerle polemikten kaçındı.


Bir müddet böyle devam ettikten sonra kulüp yönetiminde çatlaklar oluşmaya başladı. Şirketlerini tereyağından kıl çeker gibi yöneten bu başarılı işadamları söz konusu futbol olunca birbirleriyle çocuklar gibi durmaksızın kavga ediyorlardı. Danışmanlar mütemadiyen çeşitli kararlardan, teknik direktörün tavrından şikâyetçi oluyorlardı.


Ünal Aysal, kendi küreğiyle kale yapmaya çalıştığı için yanındakinin saçını çekiştiren çocuklarla dolu bir kum havuzunda gökdelen inşa etmeye çalıştığını işte o zaman anladı.


Patronluktan gelen refleksle ilk tepkisi, kendisi gibi düşünmeyen, hedefe pragmatik bir şekilde ilerlemeyen herkesi kum havuzundan atmak oldu. Terim ve onun kulüp yönetimindeki ortakları işte tam da bu süreçte tasfiye oldu.


Ama Aysal’ı asıl şaşırtan şey, tasfiyeler sona erdikten sonra suların dinmesini beklerken aksine ortalığın bu kez onarılmaz bir şekilde darmaduman olmasıydı.


Kum havuzu bir deliler bahçesine dönüşmüş, ortada ‘rakip’ grubun adamları olmayınca çocuklar kale yapmayı bırakıp birbirlerinin gözüne kum atmaya başlamışlardı.


Aysal bu kez hata yaptığını fark etti ve taktik değişikliğine gitti. Ortada görünmeyen, burnundan kıl aldırmayan, zengin ve kurt işadamı başkan modeli gitmiş, sürekli ortalıkta görünen, basına iddialı demeçler veren, rakiplerle ve federasyonla didişen, transferden idari yönetime kadar her şeye karışan bir başkan modeli gelmişti.


Gelmişti demeyelim. Geldi. Şu anda da var olan böyle bir başkan.


Şimdi bu yeni başkan, kongre kararı alarak başa, üstelik ta en başa dönmek istiyor.


Yola çıktıktan kısa süre sonra tasfiye etmek durumunda kaldığı Ali Dürüst ve Abdürrahim Albayrak ikilisini tekrar yanına almak istiyor.
Kum havuzunda çocukların dikkatini yeniden gökdelen inşaatına çekmeyi arzuluyor ve artık bunu başarabilmek için yönetimi oluştururken gruplar arasında bir denge sağlamak gerektiğini biliyor.


Yani güce denge getiriyor.


Başta da dediğim gibi, keşke Aysal yönetimindeki şu üç yıllık süreç doğru düzgün etüt edilse de, üniversitelere ders olsa.


Başarının sadece parayla pulla ilişkili olmadığını bundan daha iyi gösterecek örnek bulmak zor çünkü.