Yaklaşık bir yetmiş boylarında, elinde çanta tutan, sanki aklı karışmış gibi etrafa bakınan bir kadının, Aysel’in heykeliydi bu. Yıllar yılı, türlü sıkıntılar içinde, evden işe işten eve giden, ama artık ikisine de gitmek istemeyen, evli, çocuklu, hüzünlü, güzel Aysel

Aysel

Özcan Doğan

Seher durakları geçip cadde boyu yürüdü. Meydana varıp saat kulesinin kıyısına çekildi. Beklemeye koyuldu. İşe gitmek üzere buluşma yeriydi burası. Az sonra Zehra çıkıp gelecekti.

“Geç mi kaldım Seher?”

“Yok canım, tam zamanı.”

“Bir gün senden önce geleceğim, göreceksin.”

“Dert etme kız, şikâyetçi değilim.”

“Ancak atabildim kendimi dışarı.”

“Öyle...”

Zehra Seher’in koluna girdi. Çantaları omuzlarına atıp yola düştüler. Ne zamandır böyle erkenden buluşup yürüyerek gidiyorlardı. Dolmuşa yahut otobüse binmek çekilmez sıkıntıydı. Bir sürü göz, bir sürü ağız, bir sürü el vardı.

İki kadın meydanı hızlı adımlarla geçti. Kalın bir ip misali meydanın kıyısından sarkan caddeye girdiler. Bir on dakika öyle yürüdüler. Evden, evdeki hallerinden, işten güçten konuştular.

“Hava da inadına güzel,” dedi Zehra. Elini sallayıp aah aah, diye ünledi Seher.

Biraz sonra, caddenin bitiminde öylece ortalığa saçılan büyük bir kavşağa vardılar. Durup beklediler. Başlarını kaldırıp içlerinden saydılar. Yeşile dönen ışıkla karşıya geçtiler. Kaldırıma çıktıklarında, Zehra adımlarını yavaşlattı, Seher de onunla birlikte.

“Her sabah aynı...” dedi Zehra, Seher’i hafif dürterek.

“Kime benziyor bu kız?” dedi Seher, gülmeyle karışık.

“Dikkat et de sana benzemesin,” dedi Zehra, gözlerini dikerek.

Kavşağın ortasına kurulmuş, sabah güneşiyle ardında uzun gölgeler bırakan heykelden söz ediyorlardı. Sabahları işe yürürken, bir yandan söylenerek, bir yandan iç geçirerek heykeli izliyorlardı.
Yaklaşık bir yetmiş boylarında, elinde çanta tutan, sanki aklı karışmış gibi etrafa bakınan bir kadının, Aysel’in heykeliydi bu. Yıllar yılı, türlü sıkıntılar içinde, evden işe işten eve giden, ama artık ikisine de gitmek istemeyen, evli, çocuklu, hüzünlü, güzel Aysel. Kocaydı, çocuklardı, patrondu, şuydu, buydu. Yetmişti artık. Kimsenin yüzünü göresi kalmamıştı. Öyleyken Aysel, bir gün gene kavşaktan geçerken, tam ortasında durmuş, bir oraya bir buraya dönmüş, nereye gideceğini bilememişti. Bir yanı eve, bir yanı işe giden yolların ortasında kaybolup gitmişti. İşte buraya onun kayboluşunun heykelini dikmişlerdi. Sabahtan akşama, güneşin hareketiyle, Aysel’in gölgeleri kavşağın etrafında dönüp duruyordu.

Zehra yüzünü yola çevirdi, adımları hızlandı. Seher, sanki orada bir şeyler oluyormuş gibi, gözlerini ayıramadı.

“Bakıp durma artık,” dedi Zehra.

“N’olcak canım. Bizi görecek değil ya.”

“Görmesin zaten. Geç kalacağız yoksa.”

“Yok, aman! Sakın ha!”

“Hiç çekilmez sabah sabah.”

“Al benden de o kadar.”

Zehra Seher’i önüne kattı. Söylenerek gittiler.