Salgın hastalık nedeniyle uzun süre evde kalınca dip bucakta ne varsa ortaya dökülüyor, kutular açılıyor, eski fotoğrafların tozu alınıyor, bir yürek ürpertisiyle geçmiş güzel günlere gidiliyor.

Bir fotoğraf duruyor önümde. Doksanlı yılların başında çekilmiş. Ahmet Telli, Hasan Öztoprak ve Azer Yaran’lı… bir kenarda durmuşum. Sanki geleceğe kalmak istemiyormuş gibi.

Böylece yeniden aklıma düşüyor Azer Yaran. Fotoğrafta aramızdan uçup giden bir tek o.

Oysa onda zarafet salt ışık. Nehir gibi çağıldayan deli bir ses! Tenor… Kafkaslar’dan Anadolu’ya inerken yanlışlıkla kaybolmuş, sanki atını bir kervansarayın önünde unutmuş! Umman’dan geliyormuş gibi Ordu’dan gelir ama Umman’a gider. İşte bu sarkaca benzeyen gelip gitmeler arasında ver elini Ankara. Güzel Ankara!

Beyaz örtülü uzun masalar. Masanın bir ucunda Azer Yaran, diğer ucunda Ataol Behramoğlu… Karşılıklı şiir atışmaları, Rusçadan… O akşam, Azer Yaran Resul Gamzatov’dan bir şiir okumuştu. Önce Rusçasını ezberinden okuyor, ardından Türkçeye çeviriyor. Yıllar sonra Mazlum Beyhan’ın ( Canım Mazlum Amcamın) çevirisini okudum, o gün dillendirilen şiirin: “Kadın… sana aşık bin kişi varsa onlardan biri benim / yüz kişiyse aşıkların onlardan biri benim / on kişi aşıksa sana biri mutlaka benim / Kadın… tek bir aşığın varsa unutma, / o zaten benim sana aşık hiç kimse yoksa ey güzel git ve dağlarda mezarımı ara!”

Kavaklıdere’nin çocuk yolları, daracık sokakları… Kalabalığız. Annem de var. Sonra Azer Abi bir şiir yazdı annem için: Adviye Aysan’a Bir Dağ Türküsü: “yürek yersizlendi – kaya yanık yürek – kömür yürek bir ağaç – sökülmüş kanar çukurda su ağrısı parmağına dokunma sade – elini tut elini onun – acı tanrısı”

Kimdi acaba acı tanrısı? Yaşamının önü TRT’de çalışırken kesilip günlük ihtiyaçlarını karşılamak için üç kuruş parası elinden alınan Azer Yaran mı? Yoksa sürekli olarak bir yangının hüznünden çıkamayan annem mi? O zamanlar ne bu soruları ne de yanıtlarını umursuyorum. Yirmili yaşların afacanlığını kalbimin en ücra köşesinde barındırarak iş olsun diye ellerime kına yakıyorum. Bana kınanın köyde genç kızların ellerindeki çapa izini, derin kesikleri gizlemek için yakıldığını öğretiyor. Oysa, tırnaklarımda oje de var. Gülüşüyoruz. Birkaç ay sonra yeniden Ankara’ya geldiğinde kınalı eller için bir şiir yazdım diye okumaya başlıyor. Sanırım, Puşkin’in dev eseri Yevgeni Onegin’in çevirisini yeni bitirmiş. Mutlu. Ankara’da soğuk kendini iyiden iyiye göstermiş, gece de saat on ikiyi çoktan geçmiş. Cemal Usta’nın dizesi bir kere daha doğrulanmış, “Bütün içkiler şarap” olmuş. Kızılay’da gençlerin “rock bar” olarak adlandırdığı mekânlarından birinde eğlenmeye vurmuşum. Böylesi bir yere sanki damdan düşer gibi iki kişi geliyor: Biri Azer Abi… Hemen birbirimize sarılıyoruz. Üniversiteden beni tanıyan, nasılsa benim hayal meyal hatırladığım bir genç yanıma geliyor: “Bu amcalar seni rahatsız ederse haber ver. İcabına bakalım!” Bu söz gecenin esprisine dönüşüyor.

Aklıma yaz başında en yakın arkadaşımın babasının cenazesi geldi. Yağmur gibi akıyordu yaşlar gözlerimizden. “Artık babaların öldüğü çağlara geldik!” dedi bir arkadaşım. Babaların ölmeye başladığı zaman... Yaşamın gelip geçiciliğini, o ürkütücü soğukluğunu, mesafesini nasıl da başucumuza aldırmadan koyuyor. Nasıl da sırf kendi bildiğini okuyor. John Berger’in, “Geçmiş, mahkûmu olmadığımız tek şeydir. Geçmişte dilediğimizi yapabiliriz. Yapamadığımız ise sonuçlarını değiştirmektir.” sözünü doğruluyor. Hatalarımızı hatırlatarak kusurlarımızla baş başa kalmamızı sağlıyor. Tıpkı şiddetli rüzgârın ağaç dallarını, tozu toprağı önüne katarak olanca gücüyle ilerlemesi gibi. Bu ölümün hayatla arasındaki ince sınırını ortadan kaldıran büyük andır. Çünkü ölüm dedelerin ölümüyle başlar, babaların ölümüyle ilerler, dostların ölümüyle son bulur. Sürekli sıranın sana geleceğini bildirir.

Ve Azer Yaran usulca gider. Gittiği yerden de yazdıklarıyla, yaptığı çevirilerle kendini hatırlatır. İyi ki…