(Cüneyt Cebenoyan'sız üç koca yıl geçmiş... İyi ki yaşadın Cüneyt!)

Gods of Egypt/Mısır’ın Tanrıları (2016) filminin öyküsü, taç giyme töreninin yapılacağı bir günde başlar: En büyük tanrı Ra’nın oğlu Osiris, kendi oğlu Horus’u Mısır’ın kralı ilan edecektir. Horus bildiğimiz tanrılara pek benzemez; tam bir zevk düşkünü, 'nerede akşam orada sabah' figürüdür.

Törenin başında, kuşların taşıdığı arabalarla gökten gelen tanrı ve tanrıçaların bir teşrifatçı tarafından sunulduğunu görürüz. Bu öyle bir sahnedir ki, zengin düğününe katılan yüksek sosyete üyelerinin lüks arabalardan inip salona girişini gösteren bir magazin programı izlediğinizi bile düşünebilirsiniz.

Törenin zirvesinde, Osiris’in kardeşi Seth (Hades’in Mısır versiyonu, kaosun ve kötülüğün tanrısı) ortaya çıkar ve tacın kendi hakkı olduğunu söyler. Seth Osiris’i öldürüp Horus’u kör ederek tahta geçer. Bu sahnede, fiziksel görünüşleriyle insana çok benzeyen tanrıların üç farkını öğreniriz: Boyları yaklaşık iki insan boyudur, damarlarında kan yerine altın dolaşmaktadır ve istedikleri zaman içsel hayvanlarına dönüşebilmektedirler. Ama bunun dışında gördüğümüz her şey, fazlasıyla insana özgüdür. Bu yüzden Horus da, anne İsis'in değil baba Osiris'in oğludur.

Tarım devrimi, aile ve mülkiyet olgularının ortaya çıkışından sonra insanlığın kurduğu düzen böyledir: Kendi suretlerinde yarattıkları tanrıları kendilerininki gibi aile tablolarına yerleştirmiş, bu makro-düzen sayesinde kendi mikro-düzenlerinin işleyişini garanti altına almışlardır.

***

Engels’in ‘yabanıllıktan barbarlığa geçiş’ olarak tanımladığı bu uzun süreç boyunca yaşanan en önemli değişimlerden biri, ‘analık hukuku’nun yıkılmasıdır. Alman düşünür Bachofen’in Das Mutterrecht (Analık Hukuku) adlı kitabında ‘jinekokrasi’ olarak adlandırdığı bu toplum yapısı, cinselliğin bugün bildiğimiz kuralların dışında yaşandığı, ‘kutsal aile’ bağları olmadığı için kadının henüz bir mülkiyet nesnesine dönüştürülmediği bir döneme denk düşer. Yeni doğan bebeklerin babaları bilinmediği ve zaten bu hiç önemli de olmadığı için, çocukların baba adıyla değil ana adıyla bilindiği ve öyle toplumsallaştığı bu dönem tarım devrimiyle sona erer; toprak ananın ve kadınların çitlerle sınırlandırılıp sahiplenildiği dönem başlar. Aile kutsallaştırılırken kutsal aileler yaratılır: Dünyanın yuvarlak değil tamamen fallik olduğu bir dönemin ilk adımları…

Bu kutsal ailelerin dönüştüğü ‘her şeye hakim tek bir baba’nın hakimiyet kurduğu 2500 yıllık sürecin ardından, tek-tanrılı dinlerin zayıflamaya başladığı, görsel ve yazınsal kültürde izlerini sürebileceğimiz bir değişim yaşanıyor…

Bu ‘tanrı ailesi’ anlatılarının son örneklerinden biri, 2016’dan bu yana yayımlanan Lucifer adlı bir dizi (Türkiye’de Netflix üzerinden izlenebiliyor). Üstüne kurulu olduğu Hıristiyan mitolojisini epey deforme eden bu komedi-aksiyon dizisinde, Cehennem’in efendisi olan şeytan Lucifer’ın öte âlemleri terk edip dünyada yaşamaya başlamasını izliyoruz. Los Angeles’a (Melekler Şehri) yerleşip Lux (ışık) adlı bir gece kulübü işletmeye başlayan Lucifer, bir yandan zevk-ü sefa âlemleri yaparken bir yandan da Chloe adlı polis kadına kötüleri yakalamasında yardımcı olmaktadır. Lucifer’ın Baba’sı (tanrı), sorumsuz oğlunu Cehennem’e dönmeye ikna etmesi için sorumluluk sahibi oğullarından Amenadiel’i dünyaya gönderir. Ama Amenadiel de Los Angeles’a yerleşip kalır. Bu sırada, Baba’nın cezalandırmak için Cehennem’e kapattığı Anne (tanrıça) kaçmış ve dünyaya, oğullarının yanına gelmiştir. Baba bu sefer Anne’nin dönmesi için başka oğullarını seferber eder. Tüm tanrı ailesi yavaş yavaş Los Angeles’a göç ediyor gibidir -senaryo böyle ilerlerse, Baba ya yalnız kalacak, ya da o da da dünyaya gelip insanlaşacak.

Burada meselenin iki farklı boyutuyla karşılaşıyoruz: 1. Tek-tanrı anlayışından ‘tanrı ailesi’ne geçiş 2. Dinsel mitolojide hep ‘kötü’ olarak sunulan karakterlerin hiç de kötü olmadığı, tersine, şimdiye dek iyi gösterilmiş Baba’nın aslında baskıcı ve bencil bir tiran olduğu söylemi.

Her iki boyutun seküler versiyonları da var. Örneğin, Batman ve Joker anlatıları. Çok uzun zamandır Batman iyiliğin temsilcisi yüce tanrısal varlık, Joker ise iyiliğin cıvık ve şakacı şeytani düşmanıydı. Joker (2019) filmiyle burada da bir şeyler değişti. Artık Wayne Ailesi’ni hayırsever bir aile değil de sömürgen kapitalistlerin sembolü olarak, Joker’i ise anlamsız bir cıvıklıkla ölümcül şakalar yapan bir şeytan değil, sınıfsal sömürünün farkında olan bir adalet savaşçısı, hatta bir direniş lideri olarak görüyoruz.

***

Tabii bu anlatılardan yola çıkarak çok-tanrılı döneme bir geçiş yaşandığını, sonrasında belki yeni bir yabanıllık dönemine (neo-yabanıllık!) geçileceğini iddia etmiyorum. Dinsel düşünce, iktidar ideolojisinin parçası olan bir üst-yapı ürünüdür. Üst-yapıdaki değişimleri anlamak için alt-yapıya bakmak gerekir. Ama alt-yapıdaki değişimlere dair bir kuram geliştirebilmek için henüz çok erken. Bu yüzden şimdilik üst-yapı ürünlerine bakarak dönüşümü takip etmeye çalışmak daha uygun görünüyor. Ve itiraf edeyim ki, çok daha eğlenceli!