KADİR İNCESU 11 Nisan 2012’de sonsuzluğa uğurladığımız Ruşen Hakkı’nın, kızı Nilgün’ün evliliği nedeniyle yazdığı yazı, yayınlandığı günden beri kızının evinin duvarında asılıdır. Kızı, hep ilk kez görüyormuş gibi okur yazıyı, babasının gülen gözlerinin eşliğinde… Babasının 8. ölüm yıldönümü için bir kitap hazırlamaya başladığında,  babasının yazısındaki “Çocuklar birer kuştur. Vakti gelince yuvadan uçup giden!” sözü kor […]

Babalar da birer kuştur

KADİR İNCESU

11 Nisan 2012’de sonsuzluğa uğurladığımız Ruşen Hakkı’nın, kızı Nilgün’ün evliliği nedeniyle yazdığı yazı, yayınlandığı günden beri kızının evinin duvarında asılıdır. Kızı, hep ilk kez görüyormuş gibi okur yazıyı, babasının gülen gözlerinin eşliğinde…

Babasının 8. ölüm yıldönümü için bir kitap hazırlamaya başladığında,  babasının yazısındaki “Çocuklar birer kuştur. Vakti gelince yuvadan uçup giden!” sözü kor olur yakar yüreğini bir kez daha… Hiç düşünmeden, “Tadına doyamadığım güzel babam,” dediği Ruşen Hakkı için hazırladığı kitabın adını “Babalar da birer kuştur…” olarak belirler…

Nilgün Sezeralp,  Aydili Sanat Derneği Yayınları tarafından yayımlanan kitabını ve babasını anlattı.

Meraklısı şair, yazar, gazeteci Ruşen Hakkı’yı tanıyor. Sizden öncelikle babanız Ruşen Hakkı’yı anlatmanızı  istesem…

Ben üç yaşıma dek, baba değil de, “Hakkı” demişim. Geceleri uyanıp, “Hakkı bu ver!” dememle birlikte hemen fırlarmış yatağından.

Belki de geciktiğimden biraz “Baba” demeye, sonraları öyle çok “BABA” dedim ki…” “İnsanın acısını insan alır,” derler. Benim acımı da babam aldı… Babamın benim yaşamımdaki yeri çok derinlerde bir yerde… Çocukluğum, gençliğim onunla şekillendi. Omuzuma aldığım bir şal gibiydi o. Ve ben gittiğinden beri, en çok da bahar geldiğinde üşüyorum…

Pazar günleri saat 13.00 olduğunda, ev telefonlarımız sırayla başlardı çalmaya. Üç kızını da birkaç dakika arayla arka arkaya arardı. Onun “MERHABA”sıyla devam eden gün, kardeşlerim ve benim için daha bir aydınlık olurdu…

Akşamları kapı nağmeli bir şekilde çalındığında, birimiz değil hepimiz birden koşardık açmaya, heyecanla. Birimiz terliklerini verir, birimiz paltosunu, diğerimiz elindekini alırdı.

Önce banyoya girer, elini yüzünü yıkar, soyunup dökünürdü. Sofra hazırlanıncaya dek koltuğunda bir şeyler okurdu. Sonrasında asli görevi olan, ekmek kesme işine girişirdi. Her işi incelikle yaptığı gibi, ekmekleri de öyle bir keserdi ki, dilim dilim ekmekler, dize dize şiire dönüşürdü adeta.

Sokaktan eve döndüğümüzde yaralanan dizlerimize oksijenli suyla pansuman yapardı. Acırdı… Köpürürdü bembeyaz. “Geçecek,” derdi. Geçerdi, sönüp giderdi… Balık yağı içirirdi. Ekşitince yüzümüzü, ekşirdi onun da yüzü, diğer eliyle portakalı verinceye dek.

Yazlık sinemalara gittiğimiz günler belleğimdedir hep. Film başlar başlamaz, fısıldardık kulağına; “Baba, ne zaman evlenecekler, evlendiler işte, ne zaman çocukları olacak?”

“Durun bakalım kızım. Olur!”

Yetmişli yıllarda tatil kavramı bugünkü gibi yaygın değildi. Buna karşın, bütçesindeki önceliği birkaç gün de olsa tatil için ayırırdı. Pek çok baba gibi, bize de yüzmeyi babamız öğretti. Kollarını uzatıp, yüzükoyun yatırır ve yavaşça kulaç atmamızı söylerdi. “Korkmayın kızım, ben buradayım,” diyerek. O söz verir de tutmaz mı hiç, korkmazdık, güvenirdik. Sonraları da güvendik hep. Bizim için babamız, GÜVEN demekti en çok… Hem çok güvendik, hem çok sevdik. Hem paylaştık her ortamı, hem odaya girdiğinde toparlandık, saygı duyduk hep…

Yoğun bakımda yatarken bile, “Bugün çok şıksın!” diyecek kadar inceliği olan bir insandı. Saçımızın ucundan aldırsak bile fark ederdi.

Koruyup kollardı hep… Lise yıllarımda birlikte yürüdüğümüz bir gün, bir baktım babam yanımda yok. Arkama dönüp baktığımda kulağını çekmekle meşguldü bir delikanlının. Arkadaşlarımızın evinde yatıya kalmamıza da izin vermezdi, tanısa bile aileyi.

Bizi yetiştirirken, karşısına alıp da, uzun uzun öğütler vermedi hiç. Son derece yalın bir ifadeyle söylediği bir cümle, sonrasında yaşam biçimimiz oldu çoğu kez. Örneğin; ”Kızım, aldığınız her şeyi yine aldığınız yere koyun. Böylece her zaman derli toplu olursunuz…”

Sonrasında bedel ödeyeceğimizi bildiği konularda bile, düşüncesini söyleyip, kararlarımıza saygı duydu. Ve “Ben söylemiştim, biliyordum,” demedi hiç!

Bence tüm bunların ötesinde, bize hayattaki en önemli şeyin, ‘insan’ olabilmek, dahası ‘insan kalabilmek’ olduğunu öğretti.

Derdi ki; “Kızım, size iyi davranan birisine zaten iyi davranırsınız. Önemli olan size kötü davrananlara da iyi davranabilmektir. Erdemli olmak bunu gerektirir.” İnanılmaz bir hoşgörü sahibiydi.

Yaşamıyla, yaptıklarıyla, yapmadıklarıyla örnek oldu. Bu anlamda biraz hayal kırıklığı da yaşamadık değil. Zannettik ki, kimse yalan söylemez, verilen sözler tutulur, alınan borçlar ödenir. Öyle bir dünyanın olmadığını hepimiz öğrenmedik mi bir şekilde…

Ruşen Hakkı adı sizde ne zaman farklı anlamlar, düşünceler oluşturmaya başladı.

Bu soruyu zaman zaman ben de sordum kendime. Sanırım babamın bir ayrıcalığının olduğunun ayırdındaydı(k)m hep… Çocukluğumuz daktilo tıkırtıları eşliğinde geçti. Çok küçüktük, evcilik oynardık, portakal kabuklarını sobanın üstünde kızartıp, ikram ederdik babama. O, daktilosundan başını kaldırıp, “Oooo kızlar, sağ olun, varolun,” der, devam ederdi yazısını yazmaya.

Sanırım sekiz-dokuz yaşlarındaydım.  Bir gün, kalın bir kitapla yanıma geldi, bir sayfa açtı ve içindeki şiiri okumamı istedi.

Şiirin adı, NİLGÜN’ dü…
“usuma ölüm düşse ilk seni düşünürüm
seni yaşarım baştanbaşa bütün gün
bakarım boynu bükük nilgün’üm
oturmuş eşiğe elinde bir salkım üzüm
./..”
şeklindedevam eder şiir.

1966 Varlık Yıllığı’nda yayınlanan bu şiir çocuk kalbimde sevinç yerine hüzün uyandırmıştı daha çok. Çünkü şiirin bir yerinde;

“derim ölümü düşünmek niye
niye boynu eğik bırakmak beşikteki çocukları
olur mu yasını tutsun yıllar yılı
bir kocanın ardından zavallı anaları
./..”  
der…

Daha sonraları okul yıllarımda baba adı sorulduğunda, yazıldığında, öğretmenlerimin sevinçli söylemleriyle karşılaştığımda, babamın “Ruşen Hakkı” kimliğinin ayırdına vardım.

Babanızın edebiyatımızdaki yeri üzerine neler söylemek istersiniz?

Pek çok kişi gibi ben de, Ruşen Hakkı’nın, Türk Edebiyatında, özellikle de şiirde önemli bir yere sahip olduğunu düşünüyorum. O, yalnızca Kocaeli’nin “Şiir Çınarı” değildi. Yunus Nadi Ödülü alması da bunun en güzel örneklerinden biridir.

Sıradan şeyleri severdi (biliyorsunuz) her nedense. Sıradan sözcüklerle yazdığı sıradan şiirlerde, hep yanında taşıdığı derin bir hüzün, felsefe, aşk, ironi, hatta erotizm bile bulabilirsiniz. Onu hem sıradan, hem sıra dışı yapan belki de buydu.

İnanılmaz bir doğa ve insan sevgisi vardı. Bu da şiirinin özünü oluşturuyordu. Bir de elbette anneme duyduğu hiç tükenmeyen aşkı… O aşkın ürünlerinden biri olan, “Böylesi Hasretin”  Türk Edebiyatının en güzel aşk şiirlerinden birisidir…

Bazı edebiyatçılar, Ruşen Hakkı’nın büyük kentlerden birinde, edebiyatın merkezinde yaşasaydı, değerinin daha iyi bilineceğini söylemişlerdir. Oysa babam, böylesinin daha doğru olduğunu düşündü hep.

Aslında onun edebiyattaki yerini, şiirini anlatmak bana düşmez. Hatta bakın, 45. sanat yılı ile ilgili, Kadir Yüksel’e verdiği bir röportajda ne demiş: “Şair gelenekten yararlanmalı mıdır sizce? Yoksa geleneği yıkmalı mıdır? Şiirde usta-çırak ilişkisi nereye kadar vardır ya da var mıdır? Siz kendi şiirinizi Türk şiir geleneği içerisinde hangi çizgiye oturtursunuz?”

-Şair gelenekten elbette yararlanmalı. Ben yararlanıyorum. Halk şiirlerine baktığımda, kendi şiirimi çok cılız buluyorum… Şiirde usta-çırak ilişkisine karışmam ama ben benden yaşlı her şaire saygılı davranırım… Ben kendi şiirimi Türk şiir geleneğinin hiçbir yerine oturtmuyorum, çünkü bu benim işim değil…
E, öyleyse benim işim hiç değil!

 İzmit ve Ruşen Hakkı birbirleri için ne ifade ediyordu?

İzmit ve Ruşen Hakkı birbirinden ayrılmayan bir bütündü… Edebiyata gönül verip de Ruşen Hakkı adını bilmeyen neredeyse yoktur. Ülkenin her kentinde yazıp çizen insanlar, ‘İzmit’ dendiğinde, içinden tren geçen kentle bütünleşen, Ruşen Hakkı’yı bilirler. Bir anlamda İzmit  Ruşen Hakkı, Ruşen Hakkı İzmit demektir. Gidişinin sekizinci yılında herkesin birleştiği ortak payda; “Ruşen Hakkı’sız eksik kaldı bu kent.” O, İzmit’i güzelleyen bir insandı.

“Daha İzmit’e girmeden Ruşen Hakkı adı geçer içinizden. İlk kez geliyor olsanız bile, yabancılık duygusunu yaşamazsınız. Nasıl olsa derya deniz Ruşen Hakkı oradadır ve her yol ona çıkar,” der sevgili Arife Kalender.

Balkonda Akşamüstüadlı kitabıyla Yunus Nadi Ödülünü alırken yaptığı konuşmada; “Ben bu ödülü kendi adıma değil, kentim adına, kentimin insanları adına alıyorum,” demişti.

“İzmit size çok şey borçlu,” dendiğinde ise, “Hayır! Ben hep İzmit’e borçluyum,” derdi.

Bu söylemlerinden, İzmit’i nasıl bağrına bastığını anlayabiliriz. İsteseydi, büyük kentlerde bir yer edinebilirdi kendine, ancak o hep yaşadığı kentte kalmayı, kentiyle özdeşleşmeyi, kentine değer katmayı yeğledi.

Onunla aynı kentte yaşamak bile sıcacık bir sevinçti…

Onun o birleştirici, hoşgörülü, barışçı yanı yansıyordu bulunduğu her ortama. Özellikle de edebiyat çevresine. Ve ben babamdan sonra, onun neden, nasıl Ruşen Hakkı olabildiğini çok daha iyi anladım…

Hep söyledim… Babam gittikten sonra ilk kez yürüyüş yoluna indiğimde, öylesine eksik, tatsız ve boş geldi ki o yollar. Çınarların altında,  içinden şiirler geçerek yürüyen, sıcacık gülümsemesini, en çok da ona yakışan o güzelim ‘MERHABA’sını çevresindeki herkese sunan o koca yürekli adam yoktu artık…

Bir puzzle gibi düşündüm o an İzmit’i. Tam da oralarda bir yerlerde bir parça eksikti artık onsuz. Hiç tamamlanamayacak bir parça…

Kitapta neler var?

Babam gittikten sonra, ona mektuplar yazdım. Bu mektupların bir kısmı, bazen biraz değişerek, bazen bütünüyle anma etkinliklerinde yaptığım konuşmalarda yer aldı. Zaten bu kitabın çıkma nedenlerinden birisi de bu diyebilirim. O konuşmalar çok beğenildi ve “mutlaka kitaplaşmalı,” dendi. Kitapta öncelikle mektuplar var.

Bazen rüyalarımı yazdım, bazen deniz kıyısında sohbet ettim, bazen gülümsediğimiz anılar, onun ardından giden dostları, benim yitip giden can dostum, annem, çocuklar, torunlar, torun çocukları… Dostlarının dilinden Ruşen Hakkı, ardından söylenenler…

Tüm bunları yer yer şiirlerle anlattım.

Bir de, pek çok kişinin ilk kez okuyacağı, 1973-Varlık Yıllığı’nda yayınlanan “CİVCİVLERİN ÖLÜMÜ”  adlı bir öyküsü var…
Çok konuştum çok… Konuştukça ben, sustu babam… Sonunda bozdu yıllar süren suskunluğunu…

Başı önünde mahcup bir delikanlı gibi, bir elinle sildi gözlüğünün altından gözlerini…

Dedi; “Sağ ol, var ol kızım…”

Dedim; “Bir şey değil baba. Hiçbir şey değil. Ne yapsak az. Ne söylesek eksik…”

Babanızın, “Dağ olsan, kahrın çekilir” dediği anneniz Türkan Abla nasıl, neler yapıyor?

Ahh annem! Üç kollu ırmak gibiyiz ama yetmiyoruz yine de anneme. Nasıl yetebiliriz ki… Kapıdan içeri giriyor ses yok / sesleniyor usulca babam yok…/ uçup gidiyor pencereden aklı…

Sevdiği sıradan şeyleri getirip bir araya bir köşe yaptı babam için. Tuzluğu, biberliği, sirkeliği yan yana. Tıraş makinesi, tarağı da ayrı bir yerde, karışmasın diye birbirine. Titizdir annem.

Hani çıkıp gelse bir gün, hazır hepsi yine hizmetine…

Uzun bir süre ne armut, ne kavun aldı eve, seviyor diye babam. Sirkeyi de kaldırdı gözünün önünden. Zaten artık dışarıya da çıkmıyor hiç. Yokluğu en çok da annemi vurdu.  

Evinin camlarını da silmiyor artık özenle eskisi gibi. O çok sevdiği, babamın en çok anneme yakıştırdığı  hüzünle yaşıyor  epeydir. Onun koltuğunda, başını dayayıp arkaya, hüznüne hüzün katıyor gün be gün, “den den” çekiyor günlerin altına…