Bu ülke, babaları öldürülen çocuklar ile oğulları öldürülen anaların coğrafyası. Açık hava mezarlığı gibi artık her yer. Günler, yitirdiğimiz isimlerin anmalarıyla dolu. Takvim yaprakları taşıyor kaybettiklerimizle. Susmalar ve konuşmalar arasında bir sarkaç gibi salınıyoruz. Sonra bir bakıyoruz ki yeniden bir tabutun başında toplanmışız. Aynı gözyaşı başka gözlerden süzülmeye başlamış. Kapının önünde bir ayakkabı… Bir boşluk içinde öylece bakıyoruz. Diyemiyoruz ki ölülerin ayakkabıları da eskir bir gün. Pablo Neruda’nın “Ben de sizler gibiyim analar/ benim kalbim de yas dolu, ölüm dolu/ gülüşlerinizi öldüren kanla/ serpilip gelişmiş/ bir orman gibidir kalbim” dizelerinden taşıyoruz. O çocuklar ve analar her şeye sevgiyle sarılıyor hasretini gidermek için. Ağaca, kuşa, toprağa, gökyüzüne. Biliyorlar ki kötülerin sarılacak kimsesi yok. Onlar suyun bile kabul etmeyeceği kadar vicdansızlar. Hatta ölülerimizin yerli ve milli olmadığını savunacak kadar çaresizler.

***

Geçtiğimiz gün 1978 yılında öldürülen savcı Doğan Öz’ün kızı canım Bengi sosyal medyada paylaştığında fark ettim. Bir babalar günü etkinliğinde öldürülen simge isimlerin çocukları buluşmuştuk. Tam on iki sene geçmiş aradan. “Saat zamanın yenilgisidir” der ya Heidegger. Günler günleri kovalamış. Zaman taziyelerle geçmiş yitmiş.

Sıcak bir haziran günüydü. Bu coğrafyada yaşamının önü kesilmiş babaların on altı çocuğuyduk. Hatta etkinliğin adı: “Benim Babam Bir Kahramandı” idi. Bu isim kimseyi yanıltmasın. Bizler kahraman babalar yahut kahramanlaştırılan babalar düşlemedik. Hatta Brecht’in “Ne yazık kahramanlar yetiştiren toplumlara…” söyleyişi zihnimizdeydi. Yalnızca hayatımızın çok çeşitli dönemeçlerinde yanımızda olan, iyi ve kötü zamanlarımızda sarılabildiğimiz, başımızda omuzlarımızı istediğimiz babalarla hayatımızı sürdürmeye niyetlendik. İstedik ki, devlet kahraman olsun, bizim babalarımızı, bu ülkenin de yazarlarını, şairlerini, gazetecilerini, aydınlarını korusun! Sonrasında birlikteliğimizi bir platformla yarı resmi bir noktaya sürüklemek istedik. Bu ülkedeki hukuksuzlukları göstermek adına Dink davasında bir araya geldik. 11 Şubat 2010 günü meclise gittiğimizde artık yirmi altı aileye ulaşmıştık. İsteklerimiz son derece somuttu: Ülkemizde siyasi cinayetlerde zaman aşımı ortadan kaldırılsın, meclis araştırma komisyonlarına işlerlik kazandırılsın… Süreçte arzularımız gerçekleştirilmediği için, Türkiye’de sendikal hareketin öncü isimlerinden, 1980’de öldürülen Kemal Türkler davası zaman aşımı nedeniyle düştü. Sivas davası aynı kaderi paylaştı. Cevat Yurdakul’un, Zeki Tekiner’in katilleri aynı şekilde salındı. Gezi’den sonra hiç genişlemesini istemediğimiz derin ailemize yeni üyeler eklendi. Tahir Elçi düştü toprağa. Onların da adalet serüveninin aynı olduğunu görmek kuşkusuz büyük bir yıkım yaratıyor insanın üzerinde…

***

Aslında çok uzun yıllardır ezber edilmiş bir hikâyenin etrafında sürükleniyoruz. Meçhul sayılarımızla tahmin edilenden çoğuz; buna karşılık bir ülkenin utanmasına sebep olacak kadar yalnızız. Öte yandan siyasi saikle öldürülenlerin yakınlarının her biri kendine özgü hikayelerle benzer serüvenlerden geçiyorlar. Nasıl mı? Yakınlarımıza ait davaların bir çoğunun soruşturma ve kovuşturması yıllarca sürdü, cinayetler hiçbir şekilde aydınlatılamadı. Kimimizin on yıllardır açık davalarında geçen kilit isimler bir diğerimizin dava dosyasında karşımıza çıktı. Tetikçilerden, maşalardan başka yargı önüne taşınmayan sorumlular, ödüllendirilen, terfi ettirilen, torba yasalarla salıverilen suçlulara alıştık. Evrensel insan haklarına aykırı tüm uygulamaların yüzümüze baka baka işletilmesi ve “zaman aşımı” olgusu peşimizi hiç bırakmadı.

***

Bir de hiç gün yüzüne çıkarmak istemediğimiz mahremiyetimiz var. Kimse anlamak istemez; Sabahattin Ali öldürüldükten sonra uyuyamayan eşinin, kızı Filiz’i de akşamdan sabaha ayakta durmaya zorladığını… Kimse bilmez, Ümit Kaftancıoğlu’nun çocuklarına bağlanması gereken maaşı devletin esirgediğini; bu paraya kavuşmak için ailenin ne çilelerden geçtiğini…

***

On iki yıl geçmiş aradan. Kimi zaman bir mafya hesaplaşmasında yeniden geçiyor öldürülen yakınlarımızın adı. Kimi zaman siyasi gündemlere denk düşüyor; televizyon programlarında yeniden konuşulmaya başlıyor. Kimi zaman üstü örtülüyor. Ve yeniden aynı girdabın içinde çemberler çoğalıyor.

Acılar bitmiyor!