Çakıl taşlarını üst üste koymaya başladım. Sakin sakin. İkinci kata çıkıyordum ki şantiyede bir gürültü koptu. Bayramda evimize gidelim diye çok çalışıyorlar sandım önce. Sonra ambulans sesleri…

Babalar ölür

SİNEM SAL / @sinemsal

İstanbul’a geleli on gün olmuştu. İstanbul, büyü falan değil demiştim o zaman. Şantiyenin hemen yanında bizim köydeki ahır kadar olan bir yerde kalıyorduk. Akşamları ranzamıza uzanıyorduk babamla. Bizimki üst kattı ve tam benim yattığım yerin tavanında bir açıklık vardı. Yıldızları görüyorduk. Ama uzaktılar. İstanbul, büyük değil ama uzak bir şehirdir demiştim o zaman. Köydeyken yıldızlar yatağımızda gibi olurdu. Burada değil.

Şantiye şefi Ahmet Bey, hepimizi ip gibi dizdi o sabah. O konuşunca babamın dizlerin titrerdi. Şaşırırdım. Zayıf genç bir mühendisti. Onun mühendis olduğunu üç yaşımdan beri bilirdim. O zamanlar babam bizi bırakır ve birkaç ay boyunca evimize hiç uğramadan İstanbul’a gelir çalışırdı. Eve dönerken camda onu beklerdim. Geldiği an her şeyden daha önemliydi. Sonrasını hatırlamam. Babamın bahçe kapısından girdiği o saniye, ayaklarım güçlenirdi ve kapıyı koşarak açardım. Sonrası yemek yemek, sonrası uyumak işte.

Elinde kitaplarla gelirdi babam ve bana her seferinde Ahmet Bey gibi olacaksın derdi. “Koca koca binalar yapacaksın. Çok zengin olacaksın. Bak Ahmet kaç yaşında biliyon mu sen?” diye sorardı hep. Ben de “yok” derdim. “Yirmiiiiii beeeeş,” derdi gözlerini aça aça. “Ben kaç yaşındayım biliyon mu? Kııııııırk dööööört.” Sonra tabağındaki zeytini yerdi. Ben buradan anlardım okumanın önemini. Okuyup babam gibi fukaraları ezecektim demek. Üstlerinden geçip dümdüz edecektim. Ama sigortalarını ödediğim için hastaneye beleş gidip kendilerini tedavi ettirebileceklerdi.

İstanbul’daki şantiyede Ahmet Bey’in hepimizi ip gibi dizdiği o sabah, güneş sanırım şehre düşmüştü. Kavruluyorduk. Üstümüzün başımızın kokusu hava gibi bir şeydi. Ahmet Bey, “Ne diye veriliyor size bu para?” diye kükrediğinde betonlar çatladı sanki. Bayrama birkaç gün kalmıştı. Bizi evimize göndermemekle tehdit etti. Akşam kulübede atçılık oynadığımız Haydar Amca boynunu eğmişti. Kedi gibi. Ben de eğdim. Babamın bir eli omzumdaydı. Bayramda eve gidemeyeceğimizi duyunca omuzlarım boş kaldı. Sanırım alnını tutuyordu. Babam çok üzülünce alnını tutardı. Beynine mukayyet olabilmek için.

Azarımızdan hakkımız olanı aldıktan sonra. İşe koyulduk. Biz düş işçi sınıfındaydık. Ne söylenirse onu yapardık. Babam başka şantiyelerde usta olarak da çalışmış aslında. Ama sonra “hayat işte…” yeniden düz işçi olmuş. Şantiyenin kenarında buharlaşmak üzereyken bir kedi buldum. Yanıma oturdu. Babam çakıl taşları taşıyordu. Öyle saatler geçmiş. Kedi de gitmişti. Babam son çuvalı taşırken, önüme birkaç çakıl taşı attı. Ben gelene kadar dedi, hadi annene koca bir ev yap bakalım.Sen bitirene kadar gelirim ben, dedi. Annem evdeydi ve bana bakamayacak kadar hamileydi. İçinde kardeşimi taşıyordu ve kardeşim annemin içinden çıkmaya çok müsaitmiş. Öyle kıpırdamadan yatacakmış annem.

Çakıl taşlarını üst üste koymaya başladım. Sakin sakin. İkinci kata çıkıyordum ki şantiyede bir gürültü koptu. Bayramda evimize gidelim diye çok çalışıyorlar sandım önce. Sonra ambulans sesleri… Haydar Amca yanıma geldi. Oğlum dedi, bu gece baban çok çalışacakmış. Hadi gel biz uyuyalım. Evin çatısını koymadım. Haydar Amca ile kulübeye geçtik. Naylon tavanımdan yıldızlara baktım. Bir gün sonra köye annemin yanına gönderilecektim. Babamın cenazesi de peşimden gönderilecekti. Annem hareket edecekti. Kardeşim annemin içinden çıkacaktı. Ben okuyacaktım. Büyük adam olacaktım. Büyük büyük binalar yapacaktım. Çatısını koyduğumda babam da gelecekti. Söz vermişti.