Yıllar geçti, artık o masum çocukluğun yeşerdiği saha, takım tutmanın amatör coşkusu yerini irinli ve kavgacı bir dile bıraktı. Hep kazanmak, güçlü olmak zorunluluğu esir aldı ruhumuzu

Babam, çocukluğum, Selçuk Yula ve Fenerbahçe

Çocuktum. Fenerbahçe, her zaman olduğu gibi canımızı yakıyordu. Yıllar var ki Trabzonspor’u yenemiyoruz. Mahallede yalnızlaşmışım. Top oyununda pek başarılı değilim. Ama fırsat olup da golcü rolünü üstlenebilirsem kendime Selçuk diyorum, onu taklit ediyorum. Her erkek çocuğunda böyledir belki. Bir kahramanı vardır top sahasında. Sarı lacivert çubuklu forma içinde Selçuk olduğumu hayal ediyorum. Tribünler dolu, seyirci ayakta, önüme atılan bir topu adım adım kaleye götürüyorum, namludan fırlamış bir kurşunum, ardıma takmışım rakiplerimi, tek rakip Kadıköy’ün püfür püfür esen rüzgârı. Hayallerimde Selçuk olmuşum, o benim kahramanım…

Kulağımda seyircinin çığlık çığlığa haykırışı, yüreğimde Fenerbahçe sevgisi, belki beni izleyenler arasında babam da var. Zaten ondan almışım Fenerbahçe sevgisini. O da kendi babasından, dedemden yani! Hafta sonu büyük maç var. Selçuk’u canlı izleyeceğim. Rakip Trabzon. Bu kez kazanacağız, biliyorum. Selçuk var! Her gece düşlerimde görüyorum maçı, defalarca oynuyorum. Kahramanım çıkacak sahaya, alacak topu ayağına, ardına takacak rakipleri, kayak yapar gibi bir sağa gidecek, bir sola, sonra hepsine nal toplatacak ve topu ağlara gönderecek. ‘Goool’ diye haykıracağım çığlık çığlığa. Selçuk var, alacak maçı. Ok gibi fırlayacak yerinden, sanki bir sinema filminde oynar gibi, poz vererek atacak adımlarını, neredeyse kramponlarını ağır çekimden izleyeceğim, gösterecek sahadaki dansını bize… Selçuk Yula o!

O vakitler maça sabah erken saatlerde hazırlanılırdı. Uzun kuyruklar, kavga kıyamet, itiş kakış, dövüşle ulaşılırdı bilete. Almak yetmezdi bileti. İki kuyruk ayrı… Önce bilet kuyruğu, sonra içeri girmek için diğer sıraya dizilirdi insanlar kurban gibi, tutsak gibi. Büyük maçlar öncesi gişe biraz erken açılırdı ama sırada yer tutmak mesele, erken kalkmak, yol almak lazım. Varlıklı değiliz, yerimiz kale arkası, açık tribün. Kimi zaman anlaşılmaz sebepten çıkan bir tartışmada bulur insan kendini, bir inen bir kalkan polis copuyla dağılır kalabalık, yeniden yer tutulur sonra…

BABA OĞUL ARASINDA BİR SIR

Annem erkenden kalkmış, sıcak ekmeği ortadan ikiye bölmüş, iyi pişmiş sosisi ekmek arası yapmış, ayran almış, su koymuş maç sepetimize. Sabah erken saatte yola koyulduk Göztepe’den stada doğru. Yolda aynı sevdaya tutkun, benzer iddianın peşinde, yandaşlarla ilerliyoruz. Marşlar, şarkılar… Yorulsam bile gıkım çıkmıyor. Maça gidiyorum, Selçuk’u göreceğim. Kahramanı, efsaneyi. Geceler hayalleriyle geçmiş. Büyükler aralarında başlamış bile maç yorumlarına. Kendilerince kadro yapıyorlar.

Babalar ve oğullar arasında bir sır gibi saklanan garip serüvendir maça gitmek. Tam olarak olup biteni o iki kişi dışında kimse bilmez, bilemez. Bir söylence gibi dilden dile geçen, masalsı kahramanları vardır ayak topu oyununun. Eski kuşak Lefter’den, Can’dan bir Yunan tanrısı gibi, düello kazanmış bir şövalye ya da özgürlük için dövüşen Spartaküs olarak söz ederler. Takım bu efsaneleri dinlemekle tutulur, renkler maç sırasında beklerken çekilen acılarla gönüllere yerleşir, bu acayip bağımlılık bilmem kaç yıl önce atılan golün hayalini kurarak güçlenir. Bir çocuktur büyüyen, kulağında birlikte yapılan tezahürat, gol yollarında aniden verilen gürültülü, uğultulu tepki vardır ve nihayet hızla bedene yayılan sevincin ve kederin esrik hazzı vardır.

GOLLER İMGELİ BİR DİZEYDİ

O gün saatlerce bekledik sırada. Belim ağrımış, ayaklarım tutmaz olmuştu. Susuzluk da cabası. Tuvalete gitmek imkânsız. Sıradan çıksan, dönemezsin. Ama gıkım çıkmadı. Ne söylendim, ne pişmanlık duydum ne de sıramı kaptırdım. Boynumda sarı lacivert atkı, elimde bayrak, az sonra belirecek yeşil sahanın büyülü görüntüsü aklımda, direndim.

Enver Aysever'in babası Erdenur Aysever sağda, Marks ise solda

Sıcak bir gündü diye anımsıyorum. Ya da tüm bu olanlar boğucu etki yapmıştı. İçeri girince, sahayı rahat görebilecek bir yer seçildi. Uzun saatler paylaşılacak mekâna iyiden yerleşildi, yandakilerle akraba olundu hemen. Evden getirilen erzak paylaşıldı. Artık yeri güvenilir kimselere emanet edip tuvalete gidip gelinir oldu. Saatler ilerledikçe bir toplama kampı gibi tıkış tıkış oldu tribün. Adım atacak, nefes alınacak yer kalmadı. Saat ağırdan ilerlemeye devam ediyordu. Az sonra Selçuk’u görecektim.

1984-1985 Türkiye Ligi Şampiyonu, Cumhurbaşkanlığı Kupası sahibi Fenerbahçe

Zaman kısaldıkça sabırsızlığı arttı çocukluğumun… Sonra büyük bir gürültü, alkış, heyecan, haykırış ve sevinçle Fenerbahçe göründü. Sahaya omzuna dek uzamış saçları, güler yüzü, kendinden emin ve milyonları ardına düşüren tavrıyla Selçuk Yula çıktı. Herkes adını haykırıyordu. Bir o tribüne, bir buna gidiyordu. Her yerden sonsuz bir sevgi, umutlu alkış ve övgü aldı.

Ne zaman bizim önümüze geldi, babam sırtına aldı beni, iyi göreyim istedi, yukarı kaldırdı. Oradaydı. Çocuk sevincim, boğazımda bir yumru gibi şimdi. Beni yanıltmadı rüzgâr gibi esen, özgür bir kuş gibi rakiplerinden sıyrılan Selçuk. Üç gol attı. Her biri güçlü imgeli bir dizeydi. Aklıma kazınmış benzersiz görüntü. Düşle gerçek arası ve masalsı bir gün. Benzersiz bir galibiyet!

AMATÖR COŞKU DEĞİŞTİ

Mahallede dik yürüyordum artık. Yıllardır beli kırılmış, ağır yükle donanmış Fenerbahçe taraftarı Selçuk’la güldü tüm yıl. O sene şampiyonluk getirdi bize Selçuk. Caddelerden taşan sevinç oldu, yoksul evlerde ekmek ve efsaneler arasına girdi. Artık ben de anlatabilecektim çocuğuma göremediklerini. Çocukluktur Selçuk. Umuttur. Babanın sımsıkı tutulan eli… Annenin güler yüzle karşılaması. Akşam masada tüten memur ailesinin mutluluk çorbasına dökülen bir tutam tuz… Tattır, lezzettir…

Yıllar sonra bir gün aynı masada yemek yiyorduk. Dost olmuştuk Selçuk’la. O çocuk imgemdeki yerini bilmiyordu elbet. Ama ne güzel Fenerbahçeliydi. Yalandan, riyadan uzak, henüz parayla ve kanla kirlenmemiş sahaların çocuğuydu o da! O gün yemek yarım kaldı. Genç yaşında amcam hayata gözlerini yummuştu. Haberi veren babamdı. Bana Fenerbahçe’yi sevdiren babamın gözlerinden akıyordu yaşlar. İzin istedim, kalktım masadan, kısa süre sonra buluşmak için sözleştik.

Diğer yemek yenemedi bir türlü. Zaman tutmadı. Bir sabah, erken saatlerde televizyon verdi Selçuk Yula’nın ölüm haberini. Amcamın yaşında kapattı, yumdu gözlerini sanki. Boğazımda düğümlendi yine lokmalar. Yiten tertemiz çocukluk, bozulmamış düşlerdi. Takım tutmak çocukluğa bakmaktır. Selçuk Yula sevmek, uçurtmaya inanmak ve kâğıttan bir uçak yapmaktır. Beceriksiz olsan da top peşinde koşmak ve Selçuk olmaktır çocukluk.

Yıllar geçti, artık o masum çocukluğun yeşerdiği saha, takım tutmanın amatör coşkusu yerini irinli ve kavgacı bir dile bıraktı. Hep kazanmak, güçlü olmak zorunluluğu esir aldı ruhumuzu. Ne pahasına olursa olsun hep birinci olmak gerekiyordu; utanmazca beliren ve saldırganca oluşan piyasa dili artık iyice iktidar oldu. Zorladıysam da kendimi, gidemiyorum artık maçlara.

ÖTE YAKA İSTANBUL'DUR

Bizim memlekette anılar hoyratça siliniyor… Kurbağalıdere’den bok akıyor, Bağdat Caddesi dönüşüm adı altında çirkinleşiyor, görgüsüz binalar hızla yükseliyor. Papazın Çayırı yoksa Bostancı’dan sandalla denize açılıp serinleyemiyorsak, Büyükada’da Lefter’i her an görme olasılığı artık ortadan kalkmışsa… “Fıstık Ahmet”in mekânını gürültülü müzik esir almışsa, şairlerin ayak izi silinmişse yamaçlardan… Selçuk Yula ölmüşse…

Kadıköylü olmak diye bir kavram vardır. Öte yaka İstanbul’dur, bu taraf Kadıköy. Selim İleri ‘Kadıköyü’ der. Nâzım Hikmet’i Ethem Efendi Caddesi’nde koştururken hayal etmeniz imkânsız artık; Sevim Burak’ı Bağdat Caddesi’nde son model üstü açık bir arabada izleyemezsiniz, Hatay Lokantası eskisi gibi değil, Cemal Süreya imzası silinmiş, kaba, hoyrat sarhoşlar esir almış her yanı…

HEP BİRLİKTE HAYKIRDIK

Takım tutmanın yaşamla, edebiyatla, sokağın yükselen o kendince sesiyle ilgisi vardır. Terli çocukluğun tendeki tuzlu tadıdır Fenerbahçe, okul kırıp avazın çıktığınca bağırmaktır; hüznü birlikte damıtmak ve gözyaşını birlikte tutmak, yoldaşlıktır, paylaşmaktır. Kadıköy Çarşı’dan geçerken; içe çekilen kahve kokusu, balıkçıların birbirine karışan sesleri; diri dipdiri domatesin, nanenin, taze soğanın tezgâhta gülümseyen resmidir Fenerbahçe… Sıcak ekmeğin tüten dumanında kalan yoksulun parmak izidir Fenerbahçe, paskalya çöreğine hasretle kavuşmaktır ve Rum, Ermeni, Yahudi hep birlikte omuz omuza verip haykırmaktır Fenerbahçe…

Sevim Burak, oğlu Karaca ve kızı Elif ile.

Belki birileri gülüyordur okurken bu satırları. Olsun düşlerin yoksullaştığı, insanın yalnızlaştığı günlerde, bir gök gürültüsü gibi haykırmadı mı binler: “Ali İsmail Korkmaz Fenerbahçe Yıkılmaz” diye. Hep birlikte Emel Anne’nin çocuğu olmadık mı binlerce… Yenmekten öte, yenilgiden fazla bir duygudur çocukluk ve ne zaman biterse, soğuk, zalimin elinde demir bir gülleye dönerse oynanan top, işte orda umut ölür…

Selçuk Yula, ben ve babam arasında her gece birlikte mırıldandığımız bir ezgidir Fenerbahçe…

Kazansa da, kaybetse de!