Gezi tutukluları 77 gündür haksız ve hukuksuz şekilde cezaevinde tutuluyor. Silivri Cezaevi’nde kalan Tayfun Kahraman’ın eşi Meriç Demir Kahraman, “Bizim buradan çıkaracağımız ders mücadelemize, birbirimize daha sıkı sarılmak” diyor.

Babam saklandı sobeleyemiyorum
10 Haziran Silivri Kapalı Cezaevi. Tayfun ve Meriç Kahraman ile kızları Vera.

Dilan ESEN

Milyonlarca kişinin katıldığı Gezi Direnişi’ne yönelik daha önce 2 kez beraat çıkmasına rağmen yapılan üçüncü yargılamada, 8 kişiye ağır hapis cezaları verildi. İstanbul 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi, iş insanı Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet ve Mücella Yapıcı, Tayfun Kahraman Can Atalay, Çiğdem Mater, Mine Özerden, Hakan Altınay’a 18 yıl hapis cezası verdi ve tutukladı.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehircilik Proje Koordinatörü, Mimar Sinan Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Dr. Öğretim Üyesi Tayfun Kahraman, 25 Nisan’dan bu yana Silivri Cezaevi’nde tutuluyor. Kahraman’ın eşi, şehir plancısı Meriç Demir Kahraman ile Gezi’yi, 77 günlük tutukluluğu ve bu süreçte yaşadıklarını konuştuk.

Öncelikle içeridekilerin durumu nasıl, dışarıdaki bu büyük dayanışma hakkında ne düşünüyorlar? Siz bu yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Moralleri çok yüksek çünkü yoğun bir destek olduğunu görüyorlar. Hem oraya her gün giden avukatlarla desteğin haberini alıyorlar hem de basın yoluyla da bir şekilde haberdar oluyorlar. Milletvekilleri de her gün gidip olup biteni aktarıyor. Mücadelenin bir parçası olduklarının ve çok yoğun bir destek aldıklarının da bilincindeler. Üçünün bir arada olması da büyük şans. Hakan'la öncesinde böyle bir tanışıklık ve iletişimleri yok ama Can ve Tayfun yıllardır birbirlerini meslek icabı tanıyan insanlar. Birbirlerine inanılmaz bir uyum da sağladılar. Can, bütün coşkusuyla işin başka bir yerinden tutuyor. Tayfun acayip bir disiplin adamı, Hakan da dış göz olabilen bir karakter. Üçünün bu uyumu o koşullarda bile kendilerini regüle etmelerini sağlıyor. Hakan ve Tayfun çocuklardan mahrum kalıyor, aslında herkes birilerinden mahrum kalıyor. Can Atalay'dan annesi ve babasının mahrum kalması; Cansu Yapıcı ve Burcu Yapıcı'nın yetmiş iki yaşındaki annesinden mahrum kalması… Yıllarca biz Tayfun’la bunu böyle sürdürebiliriz, umarım sürdürmeyiz ama biz bu mücadeleyi biliyoruz. Hem çocuklar bu evrelerde yani iki üç yaşlarında son derece hızlı gelişiyorlar ve onların kendi iç dünyasında neyi nasıl anlamlandırdıkları, nereye, nasıl koydukları yetişkin gibi işlemediği için bazen soruları, söyledikleri sizi toz duman edebiliyor. Günlerinin Hakan'la, Ege'den çalınmış olması, Tayfun'la Vera’dan çalınmış olması çok büyük problem. Tayfun mektuplarında “Ben burada iyiyim, mücadeledeyim. Tek sıkıntım Meriç'e ve Vera’ya özlem” diye yazıyor. Çok büyük bir demokrasi mücadelesini şu anda onlar taşıyor, hesaplaşma onların omuzlarına kaldı. Aslında milyonlarca insan için de Gezi bir milat. Tayfun’un da dediği gibi “Gezi, bir alttan kardeşleşme inadıdır”. Gerçekten öyle, bir sürü birbirine benzemez insan o dönem sindirilmeye, adaletsizliğe, baskılara, sosyal cinayetlere karşı yan yana mücadele etti. Hiç kimsenin kendiyle ilgili ayrıca bir bagajının olmadığı, herkesin kendi itirazını alıp geldiği bir direniş, bir itiraz, bir adalet, demokrasi çağrısı, Bir arada yaşama örneğiydi Gezi. Başka bir dünyanın mümkün olabildiğini gösteren bir süreçten bahsediyoruz Gezi’de. Dolayısıyla, bu mevcut iktidarın hiç hoşuna gitmedi. Çünkü kitlesel itirazlarda aslında temsili demokrasi bir parça manifestal olarak çalışmaya başlıyor aslında. “Ben seni bunun için seçmedim”in mesajını veriyor insanlar. Aslında en çok korktukları şey bu. “Sen bizi temsil etmiyorsun” diyecek büyük bir kitlenin yan yana gelmesi her zaman iktidarın korkusu. Dolayısıyla da şimdi bunu şeytanlaştırmaya, düşmanlaştırmaya ve geriye dönük olarak da bunu ekonominin, siyasetin, bütün hayatın geldiği noktada dolar o gün üç liraydı, bugün on yedi küsur lira. Onu bile Gezi’ye bağlamaya çalışan bir şuursuzluk içerisindeler. Bunu Abdullah Gül de söyledi, aslında AKP için Gezi Direniş’i bir avantajdı çünkü ciddi bir demokratikleşme talebi yükseldi Gezi’de. Dönemin bazı iktidar bileşenleri Gezi eylemleri ve talepleri sebebiyle ülkemizi olumlu yönde batı demokrasileri ile kıyasladılar. Kendi mevcut konumlarını korumak için şu anda bunu tüm başarısızlıklarına, tüm hatalarına bir perde olarak çekmeye çalışıyorlar ama hiç kimse buna inanmıyor. O yüzden kral çıplak diyorlar. Artık kimse bu perdenin çekilemeyeceğinin farkında.

Tabii son derece yoğun bir destek var, Adalet Nöbetleri bunun çok önemli ayaklarından biri. Her seferinde her gün başka birisi oraya “Bugün Adalet Nöbetini biz devraldık” diye gidiyor. Geçenlerde Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü “Bugün biz alıyoruz” dedi. Aynı gün Beyoğlu CHP Beyoğlu İlçe de “Bugün biz desteğe geldik” dedi. Hani kendiliğinden dayanışmayla olan, organize edilmemiş bir sahiplenme. Aslında süreç Gezi’nin sahiciliği ve doğallığı ile ilerliyor. Bu örnekler Türkiye topraklarında Gezi’nin devam ettiğinin göstergesi. Ülkenin birçok yerine yayılmış olan ve arkadaşlarımızın oradan çıkması için tek tek gün sayan “Biz buradayız, adaleti bekliyoruz, onlara sahip çıkıyoruz, onların yanındayız” diyen bir destek ve dayanışma örgütlenmesi var. Dayanışma, Gezi’nin insanlara hâlâ nasıl yansıdığını gösteren önemli ve somut bir örnek.

Gezi’den bu yana ne değişti? Aslında ülke daha da karanlığa sürüklendi, en azından pek çok kişi böyle söylüyor…

Gezi’den beri yaşadıklarımıza iktidarın düşmanlaştırma çabası damga vurdu diyebiliriz. Biz yoksulluğu, yoksunluğu, açlığı, sıkıntıları aynı olan bir toplumuz, kardeşiz aslında. Hepimizin paylaştığı, içinde olduğu her şey aynı. “Çapulcular, ayyaşlar, yüzde elliyi zor tutuyoruz”, bugün baktığımız zaman işte “Çürükler ve sürtükler”... Sonra gelen tepkilere karşı sanki böyle kendini şey bir yere koyarak sanki bir aile reisiymiş gibi “Biz böyle bir üslup kullanmak zorunda kalıyoruz, düşmanımız var” gibi bir ifade takınmaya çalışması kabul edilemez. Farklılıklarımızı bir kenara koyup ‘biz nasıl beraber yolda yürüyoruz’u konuşuyor olmamız gerekiyor. Cumhurbaşkanının toplumu birleştirici, tarafsız ve bir bütün olarak tüm cumhurun reisi olması gerekir. Seçimle beraber, sürekli değiştirilen baraj politikalarıyla beraber baktığımızda kendine bir hat çekip diğer herkesi düşmanlaştırıp o düşman karşısında da kendi tabanını konsolide etmeye çalışıyor.

En çok da kullandığı şey Gezi. Gezi bu ülkenin demokrasi, adalet ve eşitlik için sönmeyecek umudu, sürekli söylüyoruz. O umudun en büyük taşıyıcısının Gezi olduğunu bildiği için sürekli Gezi’ye dönüyor.

Biraz daha özele inersek siz neler yaşadınız, yaşıyorsunuz?

İlk günden beri telefonumun nasıl yayıldığını bilmediğim bir süreçten geçtim. Tayfun'un eşi olarak, onu temsilen ama aynı zamanda bir şehir plancı meslektaşı da olarak bana da söz düştü. Mustafa Atalay ve Şükran Atalay ile bambaşka bir diyalog oluştu aramızda. Cansu Yapıcı ve Burcu Yapıcı ile aynı duygularla bağlıyız. Daha önce tanışık olmadığımız dava süresince birbirimizi sima olarak gördüğümüz Hande'yle mesela bambaşka bir hale koyulduk. Ailelerle kendi içimizde çok değerli bir dayanışma içerisindeyiz. Sürekli tetikteyiz, şu an muhalefette bulunan eski hükümet yetkililerine çağrımız oldu. Ve biz bu çağrıyı ısrarla yaptık. Israrlı çağrımıza olumlu yanıt aldık. Keşke bunu daha evvel yapsalardı. Deva Partisi Genel Başkanı Ali Babacan ve Sadullah Ergün ve daha önce de Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu “Mağdur değiliz” dedi. Keşke daha önce biz talep etmeden yapsalardı. Bizim için kıymetli ama 13. Ağır Ceza’daki dava sürerken dahil olsalardı keşke. 61. dönem hükümetinin bütün listesi mağdur olarak yer alıyor. Ama siz “Biz mağdur değiliz” diyebilirsiniz. Orada kendi şikâyetinizle dahil olmamış olsanız da “Hayır ben mağdur değilim” diyebilirsiniz ve hatta içeride o zaman yaşananları, o hükümet görüşmelerinin detaylarını aktarabilirsiniz. Ali Babacan “O kadar gözü karardı ki Erdoğan'ın bütün bakanlar karşı durduk, anlatmaya çalıştık ama kimse durduramadı” açıklamasıyla yetinmez ve olan biteni detaylıca anlatır umarım aynı şekilde daha da geç kalmadan.

Biz bu mücadeleyi nefesimiz yettiği kadar sürdüreceğiz. Başımız dik, biz bunu nişane olarak göğsümüze taktık ve bunu gururla taşıyacağız ömrümüz boyunca. Bir şeyler değişecek, bunun taşıyıcıları da biziz. Bunun farkındayız. Onun bilincindeyiz. Sosyal Haklar Derneği’nin de hakkını vermek lazım, inanılmaz bir emekleri var. Hem Bakırköy’e hem Silivri’ye sürekli gidiyorlar, avukat arkadaşlarımız bizim iletişimimizi kolaylaştırıyorlar.

Arkadaşlarımız Gezi Direnişi süresi içerisinde milyonların taleplerine tercüman oldular. Özellikle de Tayfun, Can ve Mücella açısından da meslek icraatıydı. Yani mesleklerinin gereğini yaptılar. Türkiye ve İstanbul'da planlı şehirleşmenin öncü çalışmalarından olan 1940’ların Prost Planı'ndaki 2 No'lu Park'tan geriye kalan sayılı yeşil alanlardan biridir Gezi Parkı. “Gezi Parkı, park olarak kalmalıdır” itiraz dilekçesinde Tayfun, Can ve Mücella neden mesleki olarak itiraz ettiklerini detaylıca açıklıyorlar. Bundan daha normal, daha etik bir şey olamaz. Mesleklerinin gereğini yaptılar, hala yapıyorlar. Galataport’u görüyoruz, kentsel kamusal alanın nasıl kullanılacağına dair mesleki görüş alınıp onunla ilgili olarak profesyonelce, halkın tamamına açık bir mekan tasarlamaktan ziyade hep yandaş olduğunu gördüğümüz birilerinin oradan rant ve kâr elde ettiği bir süreçten bahsediyoruz. 15 Temmuz Darbe Girişimi’ne karşı yapılan bütün gösteriler nerede yapıldı? Taksim'de. Eğer Topçu Kışlası'nı yeniden inşa edip özel alana çevirmiş olsalardı Yenikapı'da mı yapılacaktı bu toplanmalar? Hayır çünkü bir mekânsal hafızadan bahsediyoruz. Tabii ki Gezi Parkı'nda tabii ki Taksim Cumhuriyet Meydanı'nda yapılacak. Demokrasinin simgesidir Taksim Cumhuriyet Meydan. Maltepe dolgu alanında protesto politik temsiliyet açısından da doğru değildir. Meydan, etrafındaki bütün işlevlerle tarihsel olarak mekânsal hafızasında biriktirdikleriyle, insanlarda biriktirdikleriyle bir bütün olarak meydan olur, ana kent meydanları yekten tasarlanmaz.

Demokrasi dediğimiz şey sadece darbe girişimine karşı durmaktan ibaret değil. 1 Mayıs orada kutlanmalı, LGBTİ+’lar da orada, herkes orada yürümeli. Taksim Cumhuriyet Meydanı herkese ve her etkinliğe açık olmalı.

İkinci kez bir bayramı hem Vera hem de siz ayrı geçireceksiniz? Vera nasıl, nasıl öğreniyor bu uzakta yaşama durumunu?

Vera'yla Tayfun'un en son kutladıkları bayram beraber uçurtma uçurdukları 23 Nisan oldu. İki gün sonra Tayfun'un tutuklanacağını bilemezdik. Vera, babasına çok düşkün. Tayfun işten döndüğünde daha kapıyı açarken, Vera hemen koşup babasının terliğini getirmeye koşar ve Tayfun eve girdikten sonra ona özlemiyle benim suratıma bakmazdı.

Cam arkasından bayramlaşmayacaklar. Bir çocuğun babasından, babası yaşarken haksız yere, hukuksuz yere mahrum edilmesi çok kötü bir şey. Bir işkence. Bizim bu süreçte en çok dikkat etmeye çalıştığımız şey şu, sevgili pedagogumuz Norma hanım ve mayıs ayında başladığı çok değerli okulu demeyeceğim ikinci evinin sahibesi Zeynep hanım ve öğretmeni başta Fatoş hanım ve diğer öğretmenleriyle de beraber Vera’ya şöyle anlattık: “Baban, Can dayının mesleki bir sorunları var ve Hakan ile üçü beraber bu sorunu çözmeye çalışıyorlar. Bu beklenmedik bir sorundu, zaten öngörebilseydik sana aktarırdık.” Zaten 25 Nisan’da bir anda oldu her şey. O geceden itibaren bir anda baba yok oldu evde. Hal böyle olunca da Vera'nın sorduğu sorular da değişmeye başladı. Tamam sorun var, ama şimdi başka bir fazdayız, “anne sorun ne?” Ben bu soruyla ısrarla karşılaştığımda bir noktaya kadar aktarmak durumunda kaldım Vera’ya. Vera, Gezi Parkı'nı biliyor. Taksim’i biliyor. “Taksim'deki park var ya. Oraya birileri bina yapmak istedi. Tayfun, Can ve Mücella da oranın park kalması gerektiğini söyledi. Şimdi onlar neden park kalması gerektiği konusunu anlatmaya çalışıyorlar. Biz de onlara yardımcı oluyoruz.” İster istemez bir sonraki aşamada ki bu aşamaya yavaş yavaş geliyoruz, en çok ürktüğüm yer orası; bir şekilde çocuğun suçlu bulması gerekiyor, çünkü çok sevdiği babası var ama yok. “Tamam, iş çalışıyor, yoğun ama çalışmasın o zaman” dediği hale geliyoruz. O yüzden mesela işte şimdi arabada bir tane uçan balonu var, eve bir dilim ekmek girse “Bunu baba yollamış” diyorum. En korktuğumuz şey bir şekilde bir şeye, birilerine kin gütmesi, öfke duyması. Babaya yönelen bir öfke olmasını istemiyoruz. Birileri var kötü, onlar onu orada tutuyor, bir haksızlık var, hukuksuzluk var, şeklinde bir şey de aktarmıyoruz hiçbir zaman. Bu yaşlardan itibaren dahi olsa çocuğa o düşmanlığı öğretmemek derdindeyiz, buna mecburuz. Birileri kötüyü vermek istemiyoruz, küçücük yüreğine. Ama bir noktada eğer Vera, babaya yöneltecekse içinde yaşadığı öfkesini o noktadan itibaren ona “Hayır baba değil öfke duyacağın kişi. Öfke duyma”. Ama bir şekilde o öfke haline gelirse ve dağıtamazsak yapabilecek bir şey yok. “Hayatta birileri kötü kızım” demek zorunda kalacağım bir yere doğru gidiyoruz. Diyor ki “Babam gelebilir, benim oyuncaklarımla oynayabilir. Ama gelmiyor. Benimle oynayabilir ama gelmiyor”. Hatta geçen gün dişlerini fırçalarken “Babam saklanıyor göremiyorum, babamı sobeleyemiyorum anne” dedi. Neyi, nasıl, nereye koyduğunu hâlâ daha sürekli tartıyor, değiştiriyor, dönüştürüyor. Şu anda olabildiğince korunaklı bir alanda aslında. İlk iki hafta çok büyük bir travmaydı Vera için. Bugün için çok büyük bir hasar aldığını ben düşünmüyorum. İlk etapta baba denildiğinde cevap vermiyordu. Çünkü benim ağlamam, Tayfun'la vedalaşmaları herkesin kaygı dolu bakışı vesaire son kez 25 Nisan'da Silivri’ye götürmeden bizi içeriye alacaklar almayacaklar konusu. Çok uzun süre beklettiler bizi Vera ile polis ile karşı karşıya Çağlayan Adliyesi önünde. Bir sürü insan çıktı. Biz bir türlü alınmadık. Sonra girebildik. O esnada adamlar götürecekler Tayfun’u ve diğer arkadaşlarımızı. Ben bir anda Vera’nın saçından tokasını çıkarıp verdim Tayfun’a, elimde başka bir şey yok. 2 hafta sonra Tayfun’un üzerinden çıkanlar diye bir poşet içinde o saç tokası geri geldi bana. O iş öyle olmaz işte; olmamalı hiç kimse ve hiçbir çocuk, hiçbir baba, hiçbir anne için. Vera zaten hep çok gözlemci ve olup biten her şeyin farkında. O ilk iki üç hafta çok travmatikti. Evde hiç kimseyi istemedi. Çok yakın arkadaşlarımızı, “Pelin kötü biri mi? Emrah kötü biri mi? Şu kötü biri mi? Bu kötü biri mi?” diye sorguladı. O kafasında bir şey oldu. Ve iki üç hafta sürdü bu. Ta ki 29 Nisan'da babayı görene kadar. Sonra bir kere daha gördü. Sonra artık kademeli olarak bir şekilde bu bir rutine binmeye başladı. O zaman eve de insan alabilmeye başladık. Evde benim haricimde bir insan olduğunda yemek yemiyordu mesela. Çocukların hafızaları da acayip. Mesela geçenlerde bir sene öncesinden bir şeyi çekip sordu bana. Bir sene sonra da 25 Nisan’da yaşadığı şeyle ilgili bir şey çıkartabilir mi? Onu şu anda eşelemiyor olması ya da onu orada dondurması aslında hatırlamadığı ve onunla ilgili bir şey biriktirmediği anlamına gelmiyor. Biz de aslında çıkmasın ve o orada kalmasın silinsin gitsin istiyoruz. Annesini hiç öyle ağlarken görmedi. Ben o gün bir kez ağladım. Bir daha da ağlamadım çünkü defalarca saçmalama Tayfun dedim, Tayfun duruşma salonundan aradığında, hani üçünün bir fotoğrafı var Tayfun arkasını dönmüş telefona elini kapamış sesini duyurmaya çalışıyor işte bana çünkü ben bağırıyorum “Saçmalama Tayfun!” Bir ceza kesmeleri muhtemeldi. Biz yıllarca o her ne ise onunla da uğraşacağız ama tutuklamayacaklar; onun da hukuk mücadelesini vermeye çalışacağız diyorduk. Çünkü Gezi’yi kriminalize etmek ve Osman Kavala’nın bunca yıl hapisliğini rasyonelize etmek ve bunu da şuursuzca kurgulanan sistematikte dağıtılabileceğini düşünmek için öyle parlak zekalı filan olmaya gerek yok. Ama tutukluluğu asla hiç kimse tahmin etmiyordu. “Ben şimdi Vera’ya ne diyeceğim” diye düşündüm. Çünkü sabah olacak. Kahvaltı hazırlamak zorundasınız. Siz üç gün beş gün hani yemelerden içmelerden kesilip bir durumu idrak edebilirsiniz ama çocuk hayatı öyle bir şey değil. O‘dur beni ağlatan mesela. Tayfun'dan, eşimden, yoldaşımdan, meslektaşımdan, böyle adaletsiz bir şekilde, Can’dan, Mücella’dan ayrılmak hâlâ daha idrak edemiyorum. Nasıl olur? Nasıl güneş tenlerini değmez. Nasıl rüzgar, tenlerine, saçlarına değmez. IŞİD emiriyle yan yana kalıyorlar. Ve bu insanlar tam tersi demokrasinin neferi olan insanlar, mesleklerine sahip çıkan insanlar.

Tayfun ile bizim kaderimizde de o mücadeleyle beraber var olmak varmış. Aslında meslek olarak yıllardır tanışırız, 2013’ten evvel de Yıldız Teknik Şehir ve Bölge Planlama’da, odayla ilişkisi çok yoğun bir lisans öğrencisiydim. Yoğun olarak Gezi ve hatta Gezi’nin peşi sıra TMMOB Planlama Okulları Birliği’nin yaptığı bir toplantıda Tayfun’la yan yana oturup uzun uzun sohbet etmiştik. Onunla beraber birbirimizin işte suyuna girdik, diyelim. O dönem de bir şeyin mücadelesini veriyorduk. 2014 Eylül’ünde evlendik ve o tarihten itibaren de mücadele veriyoruz. Umarım Tayfun da böyle bir mücadeleyi benimle götürüyor olduğu için mutludur. Benim hayatımda hem eşim hem meslektaşım hem yoldaşım olarak sadece evli olduğum, eşim olduğu, çocuğumun babası olduğu için değil, bu ülkenin bir vatandaşı olarak da Tayfun’a en ufak bir destek sağlıyor olabilmek de benim için bir gurur kaynağı. Umarım o da öyle hissediyordur. Herhalde bunları o çıktıktan sonra konuşabileceğiz, şimdi bunlara vaktimiz yok. Bizim kendi kişisel tarihimizde de bu onurlu mücadeleyi beraber vermek varmış.

Aslında Tayfun Bey, içerideki diğer tutuklular kadar siz dışarıda kalanlar da bedel ödüyorsunuz…

Bu hukuki bir dava değil, bir siyasi dava. Avukatlarımızın detaylıca aktardığı gibi FETÖ'cülerin yazdığı şeyleri kıymetlendirip partili hâkimlere karar aldırmaya çalışanlar, beraat kararı veren hâkimlere soruşturma açanlar, hukuku çiğneyenler, adaleti yerle bir edenler bir gün gerçek adalet, gerçek hukuk karşısında yargılanacak. Sadece bizim açımızdan söylemiyorum. Hendek'te abisini kaybeden, oğlunu kaybeden insanların yakarışları da Soma’da aynı şekilde. Çorlu'da oğlunu kaybeden değerli Mısra Öz, AKP İl Başkanlığı tarafından aranmış “Bir diyeceğiniz var mı?” diye. “Adalet istiyorum” diye haykırmış. Bütün bu sosyal cinayetlerden, adaletsizliklerden, hukuksuzluklardan, tutukluluklardan, sorumlu olanlar gerçekten sorulması gereken hesabı, sorulması gereken kişilere sormayanlar, adalet karşısında yargılanacak. Ve biz o günleri göreceğiz. Onların yargılanacağı o günlere de bu süreci bizim demokrasi mücadelemiz getirecek. Bunun sorumluluğunun ne kadar büyük olduğunu da biliyoruz. Bu mücadelenin o anlamda ne kadar kıymetli olduğunu da biliyoruz. Çünkü çok uzun zamandır bu memlekette adaletsizlik kol geziyor. Biz bu mücadelenin Gezi'nin ötesinde de Gezi'nin temsil ettiği her şeyle beraber, demokrasiyle, adaletle, eşitlikle beraber çok çok daha büyük olduğunun farkındayız ve bunu da bir gururla taşıyoruz göğsümüzde. Bir bedel ödüyoruz. Ben de ödüyorum, içeridekiler ödüyor, dışarıdakiler de ödüyor, hiç farkında olmayan çocuklarımız Vera ve Ege dahi ödüyor. Ama çocuklarımız ileride bunu anlayacaklar ve Vera babasıyla gurur duyacak; bugün kızsa da gelmiyor diye, üzülse de. Ege de babasıyla, sevgili Hakan ile gurur duyacak. Geçen hafta Ege'yle Hakan ancak cam ardından birbirlerine burun burun yapmaya çalışıyorlardı, Vera bu hafta açık görüşte Tayfun ile yakalamaca oynamaya çalıştı, ne kadar olabilirse o kadar. İşte buna neden olanlar bunun bedelini ödeyecekler. Ne yaparlarsa yapsınlar, tüm toplumsal olarak tüm bu yaşadıklarımızın müsebbipleri, bugün arkadaşlarımızın, bizlerin yıpranmamızı korkmamızı, geri durmamızı, geri basmamızı bekleyerek “ders olsun” diyenler şunu bilsin, şunu çok iyi bilsin; bizim buradan çıkaracağımız ders bilakis mücadelemize, bilakis birbirimize daha sıkı sarılmaktır. Arkadaşlarımız içeride bizler dışarıda doğanın tahribatına, kentin talanına karşı, tüm hukuksuzluklara karşı dimdik duruyoruz ve durmaya devam edeceğiz.