Takke düşüp kel görünmeye başladığında, her gün ekrana çıkıp dünyanın başka ülkeleriyle kıyaslayarak; “Biz iyiyiz, önlemleri erken aldık” diyenler de daha az görünür oldu. Bir yıl önceden bir salgın raporu hazırlandığı, orada belirlenen önlemlerin hiçbirinin alınmadığı, Sağlık Bakanlığı’nın kendi hazırladığı raporun üzerine yattığı da ortaya çıktı!

Önümde her gün yenilenen bir modelleme; “5 Nisan itibariyle … yayılımda net hasta sayısında beklentilerin üzerinde bir artışın devam ettiği söylenebilir. Bu eğilim yayılımın gelecek günlerde artmaya devam edeceğini ifade etmektedir. İyileşme sayısındaki günlük 256 kişilik miktar bir önceki günden (302) daha düşüktür. Bu durumda iyileşme oranı % 8,17’dir. Bu oranın ilk 13 günlük orandan bile düşük olması tedavi konusundaki sıkıntıların sürdüğünün göstergesidir” demekte.

Evde kalıyor ve korona ile yatıp korona ile kalkıyoruz, hep de aynı konuyu yazıyoruz ya, eminim okuyanlar da sıkılıyordur.

10 gün kadar önce, öğrencilerime uzaktan verdiğim ödevin sunuşunda; “Umarım her biriniz evlerinizden çıkmıyor ve sıkılıyorsunuzdur!” demiş ve “Şaka yapmıyorum; sıkılmak çok iyidir, yaratıcılığı tetikler!” diye de eklemiştim.

Öyle bir zamandayız ki, geleceği hayal etmek geçmişi hayal etmekten kolay oldu. Şimdilerde uzay seyahatleri, ışınlanarak bir yerden bir yere gitmek rahatlıkla düşünülebiliyor da telefonsuz, televizyonsuz zamanlar olabileceğini hayal etmek zor.

Mahallede televizyon ilk Kaya Abilerin evine gelmişti, zavallı Saadet Yenge her akşam televizyon açılışından kapanışına kadar çoluk çocuk bütün mahalleyi misafir etmek zorunda kalırdı. Kapısının önü ayakkabı dolardı. Kim çeker şimdi?

Telefon ilk bizim eve geldi galiba. Misal, mahallenin öbür ucundaki komşunun Bursa’daki kızı anne babasıyla konuşmak için bizim evi bağlatır, annem ya da babam da koş oğlum filanca teyzeni çağır diye bizi koşturur, Bursa’daki Niksar’dakiyle konuşmak için saatlerce telefon başında beklerdi.

Evde akar su yoktu, eve çok da uzak olmayan Vartan Pınarı’ndan taşırdık ama yolda gece aydınlatması da olmadığından suya gidip gelene kadar korkudan altımıza ederdik.

Masanın olmadığı bir evi hangi çocuk düşünebilir şimdi, Mars’ta yaşamayı hayal ettiği kolaylıkla?

Can sıkıntısından ne oyunlar icat ederdik, ne oyunlar! Bazen bir hıyar, bazen bir kabak ya da patlıcan; dördü bacak biri kuyruk taktığımız beş çöple at, eşek, manda olurdu. “Karpuz kabuğundan gemiler” değilse de kayıklar yapıp yüzdürürdük.

Can sıkıntısından işte, geçen gün, babamın yere oturup aynayı bir şeye dayayarak tıraş oluşu geldi gözümün önüne. Fırça, sabun, jilet, jilet makinası, ara sıra jiletini bilediği bir taş ve tıraş tası. Tıraş kutusu var mıydı, bunları neyin içinde tutardı, hatırlamıyorum.

Çoğumuzun çay kahve içtiği kaseler kadardı tıraş tası. İçine sıcak su koyardı. Sabunu onda köpürtür yüzüne sürerdi. Tıraş bıçağını onda çalkalayıp temizlerdi, yüzüne her sürüşünün ardından. Tıraştan sonra da suyunu döker ve tası çalkalayıp kaldırırdı.

Can sıkıntısından, geçende tıraşta kendi kullandığım suyu ölçtüm. Hem litre olarak hem de babamın tasıyla musluktan kaç tas su akıttığımı hesaplayarak. Burada litreyi yazıp kendimi iyice rezil etmeyeyim ama babanım tasıyla kullandığından tam 24 kat fazla su kullandığımı yazmasam olmaz!

Su kıtlığı zamanlarında Mamak’ta yıkanmama yeten suyun 1.5 katıyla tıraş oluyormuşum!

Bunu bir hafta sonunda yazarım diyordum ama evde kalırken her gün aynı ve can sıkıntısı da oluyor tabii.

Gözünü seveyim can sıkıntısının, nasıl da hayırlara vesile oluyor: Utandım ve kendime bir tıraş tası edindim!