Gelelim bal babalara. Hani şu cebindeki her kuruşu çocukların etine, sütüne, kırtasiyesine harcayan. Çocuğuna kola, pantolon alamadığı için ölüme koşan…Yıllarca katledilmiş çocuğunun katilini bıkmadan usanmadan arayan. Ahlakıyla, duruşuyla, insanlığıyla sıcacık bir iç temsil yaratan babalara. Bakım veren, sevgi veren, umut veren babalara…

Babanız sizi hiç sevdi mi?

NESLİ ZAĞLI

Özellikle 80’ler ve 90’lar öncesi en çok duyduğumuz şey “sevdiğini bildiğimiz ama belli edemeyen babalardır”. Bu durum genelde feodal sistemdeki “baba” algısına ve patriarkal sistemin erkeklik tanımına atfedilebilir. Dışarıda olan, dışarıda kalan, geldiğinde talepleri bulunan, beklentileri karşılanmadığında hırlayacağından korkulan bir baba. Böyle bir yapıda baba sevgisi bir baş okşamada, bir ayakkabı bağlamada, gözleri dolu dolu bir bakışta yakalanır ve bir ömür unutulmaz. Babasıyla temasları kısıtlı insanlardan hep bu anları kafalarının çerçevelerinden birinin içine hapsedip ömür boyu korumaya çalıştıklarını duyarım. Tüm diğer hayal kırıklığı ve öfkelere rağmen babanın baş okşadığı, ruh okşadığı anlar kıymetli çerçevelerde saklanır. Çünkü biz babamızın bizi çok sevmesini isteriz. Annenin zaten kendiliğinden bir sevgisi ve şefkati olduğu varsayımına dayanarak, “dış” dünyanın da bizi sevip sevemeyeceğinin testi babanın bazen uzak, bazen bulanık ve bazen de içten gözleridir. Babanın gözleri hem dışarıyı hem içeriyi görendir. Onun gözleriyle dünyaya bakabilmeyi kuvvetle arzularız. Bu nedenle Cemal Süreya “Sizin hiç babanız öldü mü,/ Benim bir kere öldü kör oldum” der. Hatta “Yüzümden ummazdım bunu,/ kör oldum” diye yineler. Çünkü babanın gidişindeki boşluk öngörülemez, ne kadar kör edici olacağı tahmin edilemez. Baba genelde gidene kadar ağırlığı, hacmi ve aydınlığı kavranamaz bir insandır.

Bahsettiğimiz 80’ler çocukları kendileri de anne- baba olmaya başlayınca bir kısmı için “seven ama belli etmeyen” baba figürünü değiştirme şansı geçti ele. Bir çocuğun bakımına anneyle birlikte eşlik eden, sadece dışsal olanı temsil etmeden iç dünyayı da düzenlemeye katkı sunan yeni nesil babalar türedi neyse ki. Bez değiştiren, çocuğu memesiz de olsa besleyen, çocukla temas eden ve hatta oynayan babalar. Aslında sosyoekonomik kriterlerden bağımsız bu babasal değişimi görmek mümkün oldu. Bu kez de babalar dışsal olanın –dış dünyaya ait olanın- düzenlemesindeki tarihsel becerilerini anne ve çocuk eksenindeki dinamiklere taşımak istedi. Hatta bazıları anneyi bertaraf edip bebekle en yakın bağı kurmaya aday adayı oldu. Anneyi bolca eleştiren, her yaptığına karışan, kendilik nesnesi gibi veya bir uzantısı gibi gördükleri bebeklere narsisistik bir ihtiyaçla sahip çıkan babalara rastladık. Bundan şikâyet edilir mi derseniz söyleyeyim, doğanın ve psikodinamiklerin dengesini bozmaya gerek yok aslında. Babalar sorumluluk alsın, iş bölümü yapsın yeter. Annelikle ilgili rekabet bir yerden sonra tarafları ve zihinsel anne-baba imgelerini yeni oluşturan bebek açısından örseleyici.

Normal şart ve koşullar altında bebek birincil bir bakım vericiye ihtiyaç duyar. Kendinin bir devamı gibi gördüğü bir “anne” (eğer varsa) yaşamın ilk yıllarında çocuğun ihtiyaç duyduğu büyülü gerçekliğe yetebiliyor. Elbette yaş 2-3’e yaklaştıkça geçici bir ayrışma için “Hop anne senin uzvun değil, benim de karım” diyecek bir kural koyucuya ihtiyaç duyuyor. Bu yaşam öykülerinin merkezine kurulmuş bir kırılma tabii ama çocuğun gelişimi için de gerekli. Dışarıdan gelen, dışarıdakinin kokusunu, rengini taşıyan bir baba. Belki de anne ve bebek gün boyu beraber paralel evrenlerinde yaşarken mesai bitimi eve gelip bebeğe anneden farklı bir tereddüt ve merakla bakan biri. Tam da bu nedenle baba, dışarıdakinin içerideki temsilidir. Onun hali, tavrı, eve girdiğinde yüzündeki ifade dış dünyanın ne olduğu hakkında henüz mobilite bile kazanmamış emekleyen bebeğe fikir verecektir. Babanın güçlü olması beklenir ya neden dersiniz? Çünkü baba yuvanın dış cephe kaplaması gibi bir şeydir. Eğilmez, bükülmez, yenilmez babalara; arkamızda duracak babalara, başımızı okşayacak babalara ihtiyacımız bundandır.

Bu anlattıklarım klasik bir aile örneğini betimliyor. Oysa yıl 2020 ve bu paradigmalar çok değişime uğradı. Artık çalışan anneler, bebek bakan babalar; evde çalışıp çocuğa ortaklaşa denk rollerle bakan ebeveynler; boşanmış ailelerde kendine ait zamanlarda çocukla ilgili ihtiyaçları severek karşılayan annesel babalar var. Burada aslında anne kavramının aşırı idealizasyonunun babayı hep sahnenin merdivenine konumlandırdığına işaret etmekte yarar var. Anne veya baba kavramını kutsallaştırdığımızda veya birini birine göre yücelttiğimizde olan çocuğun ruhsal dinamiklerine oluyor. Belki de bu kavramların içini tamamen boşaltmamız ve anne-babalık müessesini kapatıp onun yerine bakım verenlerin insancıl, tutarlı ve canlı yönlerine dikkat etmemiz lazım. Ebeveynlik toplumsal kodlarına bağlı kalındığında annenin üzerine çok yük yükleyen, babayı da ağzı açık elleri ceplerinde atıl bir figür haline getiriyor. Oysaki bir bireyin gelişiminde kendi olan, kendiliğinden olan, içten, hevesli, canlı ve işbirlikçi figürlere ihtiyaç var.

Yıllardır türlü türlü baba hikâyeleri dinlemiş biriyim ve bu hikâyeleri çok önemserim. Bireyin babayla ilişkisi hep hayatla ilişkisini de anlatır. Ne kadar çok öfke vardır bu hikâyelerde. Bakmayan, görmeyen, anlamayan, anlamak istemeyen, sevip sevmediği anlaşılmayan, yargılayan, eleştiren, ket vuran, talep eden, zor kullanan babalar. Hatta bu coğrafyada rastlanabildiği gibi döven, söven, taciz eden ve hatta… Bu insanlar öykü kahramanı değil, olabildiğince gerçekler. Bu gerçeklik öyle derin bir iz bırakır ki kişi ötekilerle, yaşamla, otoriteyle, erkeklerle hep bir rekabet ve savaş halinde kalır. Babanın kamçı izi hayatta en zor iyileşen yaradır. Kişi bir ömür bu yaraları sarmaya çalışır. Bazen de baba bir şey yapmadan, en ufak bir anı kırıntısı oluşturmadan, konuşmadan, fark etmeden ve onaylamadan öylece yaşayıp gider koyu bir gölge gibi. Öyle güçlüdür ki, Can Yücel’in dağ gibi babası gibi. Bu babanın erkek çocuğu için iki yol vardır aslında; ya masaya yumruk vurup bu karanlık gölgeden sıyrılacak ya da bir ömür babanın kocaman ayak izleri üzerinden yürüyecektir. Bazı babalar bizi o kadar babasız bırakır ki, devlet-tarikat-mafya sarmalında bir “diktababa”ya ihtiyaç duyar toplum. Ayrıştıran, yargılayan, ötekileştiren, kendi kasasını kollayan (yemeğin en güzel yerini yiyen), cezalandıran, yasaklayan, kandıran, sömüren. Bu tanımla ne çok babayı anımsadınız değil mi?

Gelelim bal babalara. Hani şu cebindeki her kuruşu çocukların etine, sütüne, kırtasiyesine harcayan. Çocuğuna kola, pantolon alamadığı için ölüme koşan…Yıllarca katledilmiş çocuğunun katilini bıkmadan usanmadan arayan. Yerine yat diye çığırmadan, usulca kanepede uyuyakalmış çocuğunun üstünü örten. Ahlakıyla, duruşuyla, insanlığıyla sıcacık bir iç temsil yaratan babalara. Bakım veren, sevgi veren, umut veren babalara…Hiçbir şey yapmadığını bilsek de bizim için hep oralarda bir yerlerde hayat yaralarımıza pansuman yapmaya hazır babalara…Benim babam sağ ama çevremde çok arkadaşım son yıllarda babasını kaybetti. Belki öyküyü sevdiğimi bildiklerinden hep anılarını anlatırlar. O hikâyelerde gördüğüm babalara hayran olurum, benim için sanki yaşayan biri gibi olurlar. Müşfik babalarını kaybedenlerin aslında babalarını yıllarca hiç göndermediklerine tanıklık ediyorum. Geçenlerde yıllar önce babasını kaybetmiş bir danışanım; o gittikten sonra takdir edecek, gurur duyacak kimsem kalmadı demişti. Babalık sadece takdir ve onay mercii değildir elbette ama bu babaların ben senin babanım demesinin en bal yollarından biridir. Sizi hayat onaylamış gibi hissettirir. Geçen gün bir bilimsel toplantıda bir meslektaşım: Çocuğu fiziksel olarak anne, ruhsal olarak baba doğurur diye hatırlatmıştı psikanalitik kuramı. Bizi ikinci kez doğuran babaların günü kutlu olsun. Ardında güzel izlerle aramızdan ayrılan babalarımız da huzurla uyusun…