Platon’un Devlet’ini okuyup çok beğenen, gençlere de öneren Kenan Evren idi, değil mi? Tam bizim memlekete göre bir ironi. Badiou’nun Platon’u güncellemesi gibi, yeni “devletlilerin” de bu ironiyi güncellemesini dilerim

Badiou’nun Platon’u, Platon’un Politeia’sı

DUYGU TÜRK

Platon’u yeniden yazmak... Bu iddialı çıkış herhalde, güncel felsefi duruşların karşısında konumlanarak ısrarla, inatla -ve biraz da hınzırca- sürdürdüğü Platonculuğu ile meşhur Alain Badiou’dan başkasından beklenemezdi. Platon’un Devleti, Badiou’nun hem Platon’a hem komünizme duyduğu “sadakat”in metni olarak düşünülebilir - fakat tıpkı Platon’un Homeros ile hakikat ikilisi için söylediği gibi, Badiou için de kuşkusuz ikincisinin “hatırı daha fazla”. Öyleyse neden ille de Platon?

Badiou’ya göre yanıt “çok açık”: Platon bize, dünyanın verili halinin, uzlaşmaların, insanın olduğu haliyle değerli olduğu kabulünün büyüsüne kapılmadan, ebedi hakikatlerin varolduğunu söyleyen kişidir. Öyle ki Platon’u reddetmek olanı olduğu haliyle kabul edip “teslim olmak” demektir ve geriye sadece, seyirlik bir mağaraya dönüşmüş hayatlarında başlarına gelenlerin “izleyicisi” olan insan-hayvanlar kalır; en iyi ihtimalle de bir güç mücadelesinin taraftarları veya “pazarlık” yapmanın retorikçi ustaları... Oysa inşasına katılarak bir parçası olacağımız hakikat, insan-hayvandan ebedi özneler yaratır ve Platon’un “ruhun İyi’ye yükselişi” diye tabir ettiği şey, vasatlığına ikna olmamış öznenin hakikate “dahil olması”ndan başka bir şey değildir.

Elbette Badioucu anlamıyla hakikat, özne ve aralarındaki diyalektik ilişki yalnızca Platon’dan gelen esinle şekillenmez, başka yollardan ilerler ve bu temel farklılaşmanın yeniden yazılan bir Politeia’ya katacağı yenilikler pek de şaşırtıcı olmayacaktır. Bu metni asıl ilginç kılan, Badiou’nun, hiç de Platoncu sayılamayacak kabullerinin orijinal Politeia’nın bünyesinde kaçınılmaz biçimde yaratacağı gerilimlerle nasıl başa çıktığı sorusu... Galiba merak uyandırması beklenebilecek meselelerin başında -Badiou için politik hakikatin “eşitlik” olduğu düşünülürse- Platon’un organizmacı toplum kurgusunun Badiou’nun yeniden yazımında neye dönüştüğü yer alacaktır: Badiou “metaller miti”yle nasıl baş edecek? Tabii bir de -Badioucu hakikatin çoğul alanlarından birinin sanat/şiir olduğu düşünülürse- ideal bir siyasal birlikte, şairlere ne olacağı sorusu var: Badiou da şairleri polis’ten kovacak mı? Politeia’nın omurgasını oluşturan bu iki temel meseleye bir de kişisel merakımı ekleyeyim: acaba Badiou “politeia”yı nasıl çevirecek?

‘Bu mit burada bitmez’
Badiou’nun “özgün metnin lafzından birazcık saptım” demesine bakmamalı... Metnin klasik on kitap halindeki bölümlendirilmesi değiştirilmiş durumda. Tüm örnekler Paris Komünü’nden Kültür Devrimi’ne varan çeşitlilikte güncelleniyor, tiranlık bölümünde faşizm anlatılıyor, referanslar Rousseau’ya, Freud’a, Lacan’a veriliyor. Mao’dan ve Stalin’den bahseden, İyi İdeası yerine Hakikat ve ruh yerine Özne demeyi tercih eden bir Sokrates dinliyoruz.

Diyalogun Sokrates kadar konuşkan kişisi genç bir kadın, adı Amantha; “evet-efendimci” olmadığı gibi sık sık Sokrates’i “azarlamak zorunda” da kalıyor. Genel olarak metin, referanslarıyla tüm bir politik felsefe tarihini kat eden, “mızıkçı” Platon’un kendisinden çağdaş isimlere varana dek filozofların “dedikodusunun” yapıldığı, modern yaşamdan alınan örneklerle güncellenmiş, eğlenceli ve orijinalinden daha ebedi bir metin. Yine de en temelde fark, Platon’un adil bir siyasal topluluğun nasıl olması gerektiğine dair verdiği cevabın tersyüz edilişinde açığa çıkıyor - tabii Badiou’ya göre ortada tersyüz edilmesi gereken bir problem olduğunu söylemek pek doğru değil. Şöyle ki: Rancière Filozof ve Yoksulları’nda, Platon’un Politeia’sının “bir tür aksiyom, kanıtlanmayan ilke” olarak eşitsizlikçi doğayı temel aldığını söyler; metaller miti de kurulan yeni toplumun sakinlerinin “inanması” umularak “uyduruverilen” yalandır.

Bu kabulden hareket edersek Badiou’nun yaptığı, Platon’un yöntemini bir başka aksiyomdan hareketle yinelemek, yani işe eşitlik varsayımıyla başlamaktır: “... öncelikle kendimize şunu soralım: Ne altın ne gümüş ne demir, ne alçak ne yüksek olduğunu, şu ya da bu aşağı gruba ayrılmış işlerin bulunmayıp herkesin herkes yararına iş yapmak zorunda olduğu eşitlerin bulunduğunu varsayarsak, toplum neye benzerdi?” (s. 141). Yanıt kuşkusuz “bozguncu bir vaiz”den, Marx’tan gelir: Herkesin birer “çokbiçimli işçi” olacağı, her bir kişinin bir başkasının yerini alma kapasitesindeki “aynılık” ile her bir kişinin kendine has yeteneklerinin gelişiminin yaratacağı farklılığın dengesini bulabilmiş - yani, ölçülü bir “kolektif homojenlik” ile şekillenen bir toplum (s.162-3). Fakat herkesin tek bir iş üstlenmesi gerektiğini düşünen ve hatta işbölümündeki rollerin karışmasını, örneğin bir emekçinin yönetmeye kalkışmasını siyasal topluluk için en büyük felaket addeden Platon’un Politeia’sında mıyız hala? Badiou’ya göre Platon’a sadakatin daha üst bir düzeyindeyiz: Politeia’nın koruyucularını “çokyönlü insanlığın bir metonimisi” kabul ettiğimiz, çokbiçimli işçi-filozofların komünist toplumundayız (bkz. Fransız Felsefesinin Macerası, s. 155). Kuşkusuz koruyucu ile emekçi ayrımını ortadan kaldırma hedefi, her şeyin birbirine eşitlendiği normsuz ve “sonsuz bir ergenlik hali”nden farklı olacaktır; felsefi sadakatin bir anlamı da burada: Komünizm, koruyucular için öngörülen yüksek standartların “herkes”in harcı olduğuna duyulan inanca dayalı “evrensel bir aristokrasi” gibi düşünülmelidir (s. 182). Yani eşitlik, herkesin hakikatlere eşit mesafede olduğu anlamına gelir; “halk neylerse güzel eyler”e varan bir demos/demokrasi güzellemesi demek değildir.
Badiou elbette nitelik arayışının seçkinciliği ile eşitlikçi siyaset arasındaki daimi gerilimin farkındadır. Bu nedenle diyalogdaki rol dağılımının tesadüfi olduğu da sanırım söylenemez: Komünist bir politeia’yı inşa eden, “adalet öznesi” olarak Sokrates ile “cesaret öznesi” rolündeki Amantha’nın dikkafalılığı, alaycılığı ve diretmeleri arasındaki gerilimli birlikteliktir. Amantha’nın “aşırıcılığı”, adil Sokrates’in uyarılarıyla dengelenirken (bkz. son derece ilginç “aile” tartışması), adalet atalete her düştüğünde devreye cesur çıkışlarıyla yeniden Amantha girer. Ve şairleri kıvranarak da olsa “saf akla” başvurarak kovan Sokrates karşısında şiirin coşkusunu hatırlatan da yine “boyun eğmek bilmeyen bu genç kadın”dır (s. 387-8). Sokrates zorlanır fakat yine de kovulur şairler. Çünkü “muamma yaratarak hakkında konuştuğu şeyi bir bilinemeze çeviren” kişiye şair denir–oysa bu kentte yalnız hakikate cesaret edenler yaşayacaktır. Badiou’nun bir başka metinde söylediği gibi, Platoncu felsefeden çıkarsanması gereken “söylenenin içsel değeri”ni merkeze almanın taşıdığı eşitlikçiliktir; şiir ise yalnız soluk bir kopya olmakla kalmaz, aynı zamanda “ifadenin otoriter biçimi” olmaya da meyyaldir. Sonuç: Şairin yaptığı büyüye güvenmemek gerekir.

‘Somurtma da siyasal çalışmaya katıl!’
Henüz önsözdeki açıklamayla hayal kırıklığına dönüşen politeia’nın nasıl çevrildiği sorusuna dönelim. Badiou pek de zorlamadan bağlamına göre beş farklı sözcükle karşılamış politeia’yı: ülke, devlet, toplum, kent, siyaset! Gerçi metnin bütünü düşünülürse, Badiou’nun esas ilgisini yönelttiği yeni bir birliktelik olarak komünizmin tüm bu sözcüklerin anlamını dönüştürdüğü, belki talileştirdiği de söylenebilir. Fakat Platon’u yeniden yazma girişiminin bu boyutu, yani birlikte yaşamın yeni bir biçimi üzerine fikir egzersizi yapmak, düşünmeye kışkırtmak, “iktidarı en az arzulayan genç filozoflar”a bunun bir sorumluluk olduğunu hatırlatmak çabası hiç de tali değil. Badiou’nun “ille de Platon” diyen sadakatinin gerisinde yatan bir fikir de bu: Tıpkı bir aşka bağlanır gibi, karşısında eşitlenilen politik fikre bağlanmak ve somurtmayı bırakıp hayatı ona göre şekillendirmek...
Platon’un Devlet’ini okuyup çok beğenen, gençlere de öneren Kenan Evren idi, değil mi? Tam bizim memlekete göre bir ironi. Badiou’nun Platon’u güncellemesi gibi, yeni “devletlilerin” de bu ironiyi güncellemesini dilerim. Çünkü “bağzı şeyler” hiç değişmez: özellikle demokrasi ve tiranlık/faşizm bölümlerini, hem Platon’dan hem Badiou’dan mutlaka okumanızı öneririm.