Nisan gelince, hele de saatlerle ileri geri oynanınca akşam maçları bile güneş altında başlar. Maçlar, ikinci yarısında

Nisan gelince, hele de saatlerle ileri geri oynanınca akşam maçları bile güneş altında başlar. Maçlar, ikinci yarısında bir bir yanan ışıklarla gece maçı kontenjanına geçiş yapsalar da, takımların sahaya çıkış anını doğanın kendi yarattığı aydınlığıyla izlemenin keyfi bambaşkadır. Eskisi gibi takımlar koşarak çıkmasalar da sahaya, konfetiler şimdi daha bir ufalmış ve azalmış olsa da, kapalı tribünlerden aşağı sarkıtılan o takımın renklerini taşıyan şerit bantlar olmasa da eskiden kalan alışkanlıklardan en güzeli gündüz başlayan maçlardır benim için… Ha bir de çubuklu formalar var. Ama bugünün futbolunda orta yerinden, yüreği delip geçen reklamlar nedeniyle, sırttaki isim ve reklamlarla çubuğun ‘çu’su bile kalmayan çubuksuz formalar da diyebiliriz.
Bu hafta İnönü Stadı’na gidemedim. Üç gün tatili fırsat bilip Gelibolu’ya doğru yol alıp, Hamzakoy’da çadırımızı kurduk. Spordan uzak kalmamak için değil, deniz sezonunu açmak için denize girip, bolca yürüyüş yaptım. Akşamki Beşiktaş-Sivasspor maçını da cep telefonlarına gelen mesajlardan takip edebildim ancak. Bu maça gitmeyi istiyordum. Zira mayıs öncesi, nisanın en güzel günlerinden birinde, güneş batmak üzereyken, dünyanın konumu itibariyle en güzel stadında bir futbol maçı izlemek keyifli olacaktı. Ne yazık ki olmadı. Bu hayalimi Manisaspor maçına saklamak istiyorum ki edilen küfürler neticesinde İnönü kapanacak herhalde…
Futbolsuz günlere sadece üç hafta kaldı. Transfer haberleriyle, şampiyonluk kutlamalarıyla, güneye inen futbolcu ve teknik adamlarla geçireceğimiz birkaç ay, biz, ağırlıklı futbol yazanlar için de sıkıntı. Hadi onu geçtim, tatsız tuzsuz bir yemek gibi o süreç.
Türkiye’nin masa başı futbol alimleri her sezon olduğu gibi bu yıl da her maç öncesi akıl vermeyi, “ben olsam”lı cümleler kurmayı sürdürdüler. Tuttukları takımın rakiplerini Barça gibi parçalamasını, Madrid gibi üstüne çullanmasını istemekte ısrarlılar. ‘Bizim’ futbolcuların Messi gibi çalımlar atıp rakibini bir sağa bir sola yatırmasını, Higuain gibi enfes goller atmasını görmek istiyorlar elbette. Ama Türkiye gibi birçok ligden geride seyreden, ulusal takımı bir türlü istikrarsız ve sistemsiz yılları tek tek geçiren, altyapıdan neredeyse hiç futbolcu yetiştirmeyen bir ülkede bu beklentiler olacak. Beklenti olarak da kalacak…
Lider olan Fenerbahçe’yi bile son haftalarda az gol atıyor diye eleştiren akıl yoksunları var. Zekâsı kıt olan bu arkadaşlara kalem verenlere, insan bir yerleriyle gülmek istiyor doğrusu. Onların anlayacağı düzeyde bir anlatımla, Fenerbahçe’nin bu kadro yapısıyla yapacağı şeyin en iyisinin savunma futbolu olduğunu, hücum futbolunu ligin neredeyse 15 maçında denediğini ve arkasını (defansını) açtığından bol gollü mağlubiyetler aldığını görmeleri güç. Ama onlar “ben olsam”lı cümlelerini, “Koskoca Fenerbahçe takımı…” diye devam ettiriyorlar.
Ligin fiilen bitimine üç hafta kala bazıları için bu haftadan bitti. Bazı takımlar içinse yeni başlıyor. Bursaspor’un hocası Sağlam’ın pazar akşamı yaptığı basın toplantısındaki yüz ifadeleri kendileri için şampiyonluğun bittiğini söylüyordu. Dili her ne kadar “ben bu takıma güveniyorum, şampiyon olacağız” dese de o koltuktaki duruşu, karşısındakinin gözüne bakamaması, içindeki hayal kırıklığı kendini ele veriyordu. Manisaspor’un Kayseri’de kazanması ve Sivasspor’un İnönü’de bir puan alması, Diyarbakır’ın umutlarını da iyice bitirdi. İşleri mucizelere kaldı. Mucizelere inananlar ise Süper Lig’e tutunma mücadelesi verecekler kalan üç hafta Sivasspor ile.