31 Mart gecesinden bu yana coşku, sevinç ve kaygının iç içe geçerek dalga dalga yayıldığı bir süreç yaşanıyor. Öyle ki seçim gecesi ve sonrası, insanları seçim öncesi kampanya döneminden çok daha fazla siyasetle ilgili hale getirdi. Toplum, AKP ve MHP’lisi de dâhil olmak üzere gerçekten “politize” oluyor. Ağır antidemokratik koşullarda gerçekleşmiş olsa da “seçimlerle” iktidarın […]

31 Mart gecesinden bu yana coşku, sevinç ve kaygının iç içe geçerek dalga dalga yayıldığı bir süreç yaşanıyor. Öyle ki seçim gecesi ve sonrası, insanları seçim öncesi kampanya döneminden çok daha fazla siyasetle ilgili hale getirdi. Toplum, AKP ve MHP’lisi de dâhil olmak üzere gerçekten “politize” oluyor.

Ağır antidemokratik koşullarda gerçekleşmiş olsa da “seçimlerle” iktidarın el değiştirebileceğinin “yeniden keşfedilmesinin” sonucu bu hal. 31 Mart’ta ilk kez oy kullananların sayısı bir milyondan fazlaydı. 18 yaşını yeni bitiren bu insanların kendilerini bildiklerinden bu yana seçim, RTE ve AKP’nin kazandığı bir “şey” olmaktan öte değildi. İstanbul seçmeni, hatta tüm seçmenler arasında kaba bir hesapla 1990 ve sonrasında doğanlar RTE ve AKP’den başka bir yönetimi bilinçli olarak hiç görmemişlerdi. Milyonları bulan sayıda insan belki de ilk kez “seçimle iktidar değişebiliyor” gerçeğini yaşamış oldu.

Seçimi iktidar mı kaybetti, yoksa muhalefet mi kazandı sorusu bu yüzden çok önemli. Seçim sonrası iktidarın sergilediği rezillik seçimlerin, tek bir oyun bile öneminin, özcesi demokrasinin ne olup olmadığını da açık seçik göstermeye başladı. Tarihsel açıdan bu keşfin belki de “son serbest seçimde” gerçekleşmiş olması çok anlamlı. Şimdi siyasal İslam’ın serbest seçimle geldiği iktidardan serbest seçimle gitmeyi içine sindirip sindiremeyeceğini göreceğiz. Bu saatten sonra iktidar, İstanbul seçimlerini yinelemeyi göze alırsa, serbest seçimlerden ve demokrasiden vazgeçtiğini dünyaya da ilan etmiş olacağının farkında. Kendi seçmenine, ben size de yalan söylüyordum itirafının, bu ekonomik kriz koşullarında nasıl bir sonuca yol açacağını da öngörüyordur.

Başarının sahibi çok, yenilginin sorumlusu az olurmuş. Maalesef muhalefet cenahında bir tür “Kara Murat benim” heyheylenmesi görülüyor. Oysa “ben” kazandırdım değil, “biz sizinle kazandık” diline ihtiyaç var. Dile egemen olan iktidarı alır. Kaba saba, saldırgan, kutuplaştırıcı ve öfkeli iktidar diline karşı, “sevgi” yi temel alan, kavgaya değil arkadaşlığa çağıran, ayrışmayı değil birleşmeyi öneren muhalefetin, iktidarın dili dışında bir dilden konuşmaya başlamasının etkisi çok büyük. Ama bir an evvel bu dili kendi kendine konuşurken de kullanması zorunlu.

Bu etkiyi asıl büyütenin iktidarın kendi yetiştirdiklerine öğrettiğini sandığı dilin artık onların ihtiyaçlarını karşılayamaz olması olabilir mi? Muhalefetin en büyük başarısı halkın kavga istemediğini fark etmiş olması galiba. Peki neden kavga istemiyor sorusu ise üzerine çok kafa yorulması gereken bir mesele olarak önümüzde duruyor. Bu soruyu, iktidarın İstanbul’da yapmaya çalıştığını, hemen hiçbir tepki görmeden HDP’nin kazandığı belediyelerde yapabilmiş olması üzerinden düşünmeye başlamamız gerekiyor.

Kızacaklar belki ama öncelikle de HDP başlamalı düşünmeye. İstanbul’un “Kara Murat”larından biri de biziz demek yerine, kendi kazandıkları yerlerde verilmeyen mazbatalar için seçmenlerinin sessizliğini de sorgulamalılar. Oysa son yıllarda en çok takındıkları tutumu sürdürerek, “ayrıştırıcı” bir dille “bizi neden görmüyorsunuz” olmaktan öteye gidemiyorlar.

Gelen baharın içindeki asıl bahar, muhalefetin kazandığı yerlerde “ezilen sınıfların” iktidardan umudunu kesmiş ve ondan uzaklaşmaya başlamış olması olabilir mi? Henüz ortak sınıfsal özelliklerini bilinçli olarak fark etmemiş olsalar da, İmamoğlu’nu selamlamak üzere coşkuyla havaya kaldırılan ellerdeki farklı siyasal kimlik sembollerinin ortak paydası “sömürülenler” olmaları. Önümüzdeki mesele onları sınıfa çağıran siyaseti örgütlemek.