Sadullah Paşa, Abdülhamid döneminin önce Berlin ardından Viyana büyükelçisiydi. 1890 yılında Viyana’dayken...

Sadullah Paşa, Abdülhamid döneminin önce Berlin ardından Viyana büyükelçisiydi. 1890 yılında Viyana’dayken elçilik personelinden 24 yaşındaki Anna Schumann’ı hamile bırakmıştı. O devrin yasalarına göre, Avusturya’da genç kızlar ancak 25 yaşını doldurduktan sonra reşit sayılıyordu. Rüşdünü ispat etmemiş biriyle evlilik dışı ilişkiye girmek ise büyük suçtu. Skandalın dile düşmesi ihtimali üzerine Paşa, 14 Ocak 1891 tarihinde havagazıyla intihar etti.

Geçtiğimiz günlerde kimsesiz yaşlı insanların mallarını işkenceyle gaspeden sonra da zavallıları öldüren bir çete ortaya çıkarıldı. Gazetelerden okuduğumuza göre kurbanlardan biri olan Vanda Ayaşlı, işte bu Sadullah Paşa’nın geliniydi.

Sadullah Paşa’nın bundan başka bir gelini daha vardı; yazar Münevver Ayaşlı. 1999’da kaybettiğimiz Münevver Ayaşlı, “İşittiklerim Gördüklerim Bildiklerim” adlı kitabından öğrendiğimize göre, Sadullah Paşa’nın oğlu Nusret Ayaşlı’nın eşidir. Babası gibi bir diplomat olan Nusret Ayaşlı, Cumhuriyet kurulurken Osmanlı idaresinin son Lahey (Hollanda) elçisiydi ve İstiklâl Savaşı"nın kazanılıp, Saltanatın kaldırılmasından sonra “eh biz eski rejim adamıyız, artık bizi istemezler” düşüncesindeydi. Bu niyetle yurda dönmeyip Avrupa’da yerleşmeye karar vermişti. Bunun için topladığı resim koleksiyonunu, altın, gümüş takımlarını, mücevher ve porselen koleksiyonunu, her biri imzalı mobilya ve antikalarını satarak, “Bütün ömrü boyunca kendisine lazım olacak parayı temin ettikten” sonra Fransa’ya yerleşti. Ancak tam da bu sırada Ankara’dan gelen ve Dışişleri Bakanlığı’nda görevlendirileceğini vaat eden resmi bir davet üzerine ülkesine döndü.

Gel gelelim bu “Osmanlı asilzadesi” Ankara’nın yeni sahipleri olan “çapulcu çarıklı erkân” ile geçinemeyecekti. Münevver Ayaşlı, eşinin tasfiye edilmesinin nedenlerini kitabında şöyle anlatır: Nusret Ayaşlı, Ankara’nın başkent olarak yeniden imarı sırasında “milli tarzımızı kaybetmeyelim” demiş ve bunun için ilk zılgıtını yemiş: “öyleyse Piyer Loti’yi getirtelim, fesi, sarığı da başımıza geçirelim; öyle mi!” İkinci zılgıtın nedeni ise Jokey Kulübü Nizamnamesi! Haftalarca bunun için kafa yoran ekabirlerin bir sonuca ulaşamadığını gören Nusret Bey, elçiler kanalıyla Avrupa’dan nizamname örnekleri getirtilmesini teklif etmiş. Vay sen misin bunu söyleyen; “eğer bir Jokey Kulübü Nizamnamesi yapamaz ve dışarıdan alırsak, nerede kaldı bizim milli hissiyatımız!” Bu iki olay üzerine Nusret Bey Cumhuriyet’ten umudunu keser ve âleme küser: “Ben artık anlamıştım, Ankara’da söz söylenmez, fikir yürütülmez.”

Münevver Ayaşlı eşinin dışlanmasında bu iki örneği öne çıkarırken, asıl nedeni de söylemeden edemez. Asıl neden; Osmanlı devri saltanatı sırasında edinilmiş sermayenin tasfiyesidir. Hem eşinin hem de kendi ailesinin “Belirgin vasıflarından biri de mal ve mülk sevgisidir.” Zaten imparatorluğun çöküşüyle Misak-ı Milli sınırları dışında kalarak yitirilen taşınmaz malların kederiyle mâğdur olan Ayaşlılar’a, bir darbe de Ankara vurmuştur: Üzerinde 25 köy bulunan Hatay’daki arazileri kamulaştırılarak yöre halkına dağıtılır. Ardından sıra Ankara’daki taşınmazlara gelir. Günümüzde Ulus diye bilinen semt olduğu gibi Ayaşlı ailesininken ellerinden alınır. Keza bugün Esenboğa Havalimanı olan memleket büyüklüğündeki arazi ile Ayaş ve Çubuk kazalarında bulunan çiftlikleri de istimlâk edilir.

Münevver Ayaşlı’nın Cumhuriyet karşıtlığının nedeni sadece mal-mülk-imtiyaz kaybıyla sınırlı değil tabii. O; kocasının velinimeti, ayrıca aile dostu olan son Padişah Vahdettin’i deviren, keza yine çok yakın aile dostu olan son Halife Abdülmecid’i sınır dışı eden, Atatürk’ten ve onun kurduğu düzenden ayrıca tiksinmektedir. Ayaşlı’nın gönlünde yatan Ürdün modeli bir hanedan saltanatındadır: “Nerede gözünü seveyim okkası kuruşa Abdülhamid’in has ekmeği, nerede tatlılı, börekli, kuzu etli İstibdat?” Ulusal kimliği de pek umursamaz çünkü: “Milliyetçilik, başka derin bir maneviyat ile desteklenmedikçe çok kuru, çok yalınkat ve zayıf kalır.”

Hilafetin kaldırılmasıyla dini kimliğini, kocasının elçiliği kaybetmesiyle sosyetesini, (izah edilemez) mal varlıklarının kamulaştırılmasıyla da ekonomik gücünü yitiren Ayaşlı ailesinin gelini, “köklü bir Osmanlı asilzadesiyken”, bir günde sıradan bir “Cumhuriyet hanımefendisi” oluşunu hiçbir zaman içine sindiremedi.

“Büyük başın derdi de büyük olur” derler, ne kadar doğru. Fakat maşallah Sadullah Paşa’da da ne mal varmış! Devlet yemiş yemiş bitirememiş. Kırıntılarına da caniler göz dikmiş.