Bütün “iyi” düşünürler, insan iradesinin bütünlüğüne ve insanın büyük bütünle bağının güçlenmesine hizmet ederler

Baker ironisi mi, Baker paradoksu mu?

> MURAT MÜFETTİŞOĞLU

Latince ‘pose’ den gelen ‘poz’ sözcüğünün duruş, tavır dışında ikinci bir anlamı daha var; ‘muktedir’. Fotoğrafçının ya da objektifin otoritesini kabullenmekle ilgisi olabilir. Ancak hangi pozu verirsek verelim, yaşadığımız toprakların yüzümüzdeki tozunu gizleyemiyoruz. Mekanik bir gözün yaptırımıyla donup kaldığımızda, zamanın imbiğinden geçmiş ‘hali pür melalimiz’ de donuyor...

Ulus Baker’ in aramızdan ayrılışının sekizinci yılı. Baker hem bir akademisyen, hem sokağa konuşan bir düşünürdü. İlginçtir, bu topraklarda yetişmişti... Geçen gece internette takılırken onun ve Deleuze’ ün fotoğraflarıyla karşılaştım. Deleuze’ un ‘Spinoza üzerine derslerinde’ vurguladığı gibi, gördüklerimi anlamaya değil, ‘kalbimle hissetmeye’ çalıştım. İki düşünürün arasında, daha çok yaşadıkları kültürlerden kaynaklı ciddi farklar vardı.

Bütün “iyi” düşünürler, insan iradesinin bütünlüğüne ve insanın büyük bütünle bağının güçlenmesine hizmet ederler. Tuttukları yolların, öne sürdükleri tezlerin farklı oluşu sonucu değiştirmez. Kurduğumuz cümlelerde, bastığımız notalarda, çizdiğimiz desenlerde, yaptığımız deneylerde, aldığımız kararlarda ve koyduğumuz hedeflerde onların izleri vardır. Bunlar kurucu eylemlerimizdir; kökleri geçmişe uzansa da, ‘an’ a’ yöneliktirler ve geleceği biçimlendirme potansiyeli taşırlar. Yaşam, kurucu eylemler tarafından yazılan hikâyemizden başka şey değildir. ‘İnsan olmak’, yaşamın yazılımına katkı sunmakla mümkündür, karınca kararınca. Zira birlik ve bütünlük başka türlü sağlanamaz. Büyük insanlık ailesi olarak tek “yazgımız” budur belki de. Yaşama katkı sunmak için yaşamakta ısrar etmekse biricik sorumluluğumuzdur. Kısaca, tekil ve kitlesel var oluş dediğimiz şeydir bu. Kâh iyi kâh kötü, bazen neşeli bazen kederli seyreder. Dalgalanmalardaki “olumsuzluklar” kontrol edemediğimiz koşullardan ötürüdür; genelde muktedirlerin belirlediği tarihle, kültürle ilgilidir. Onlar bizden poz vermemizi isterler; biz de veririz. Yüzümüzdeki tozlar ve muktedirlerin baskısı acziyetimizdendir.

Modern zamanlarda bize yüzlerce kitap okutan, aklımızdan geçenleri paylaşmaya iten iki dürtüden söz edilebilir: Descartes’tan sonraki “yalnızlığımızın” hatlarını silme dürtüsü ile büyük bütünün parçası olduğumuza başkalarını ikna etme dürtüsüdür bunlar. İki dürtü arasındaki derin ilişki modern insanın tragedyası olup, asırlardır şu tiradı atmaktadır:

“Bir beden ve zihin olarak ‘ben’, siz türdeşlerim için kendimi var etmenin çabası içindeyim; siz de benim için kendinizi var ediniz. Ve ‘biz’, hiç sahip olamadığımız, özgür, adil ve barışçıl bir dünya için, bir bütün halinde yaşayabilmek adına bu çabadan asla vaz geçmeyelim!”

Bugün insanların çoğu daha fazla para ve statü için enerji harcarken, kimileri daha yaşanılası bir dünya ve daha anlamlı hayatlar için ömür tüketmekteler. Bu şu demek: Yaşamda kalma, insan kalma, insanca yaşama dürtüleri –koşullar ne olursa olsun- silinemezler. Mesele, söz konusu dürtüleri masif bir iradeye dönüştürmek için emek harcamaktır. Fotoğrafçının istemesinden bağımsız halde objektife gülümseyebilmek, belki poz vermeyi reddetmek için.

Ahir ömrümüzde ışıklı günleri görememe ihtimalimiz yüksek. Olsun varsın, yaşamın kökten dönüşümü yolunda an’ ı var etme arzumuz hala sımsıcak, ki en umutsuz zamanlarda bir sigorta gibi devreğe girerek bizleri kurucu eylemliliklere zorluyor. Hal böyleyken, yaşam sahnesindeki rolümüzü iradi olarak kısaltmak felsefi bir tavırdan ziyade, acıklı bir tercihe dönüşüyor. Bunun sorumlusu tek başına tercihin sahibi değildir. Baker’ i bütünden koparıp erken trajediye götüren yol, muktedirlerin kurguladığı travmatik zamanlardan bugüne uzanan yoldur; bir gün elbet çökmeye mahkûmdur.

Evrensel değerleri baskılayan, insani hissedişleri buharlaştıran sahte bir kapitalist tinin güdümünde ‘ben ve biz’ nihilist bir hayatın içinde savrulup duruyorlar, ve zamanın objektifine kadim pozlarını veriyorlar.
Bir Spinozacı olduğunu bildiğim Baker’ in zihnine gösterdiği özeni bedenine göstermediğini biliyorum. Yıllara yayılan “oral bir intiharı” neden tercih etti? Kendi bütünlüğünü oluşturan bağıntıların kötü bağıntılar tarafından bozulmasına neden göz yumdu? Bu soruları kendime daha önce de sormuş, cevaplarını bulamamıştım. Resimlere bakarken kalpten hissettiğim şuydu: Bir Baker metnine girmeyi başarmışsanız, entelektüel birikiminden ve sık dokulu zihinsel matriksinden etkilenmeden çıkmanız olanaksızdır. Yazarla okuyucusu arasında cereyan eden enfes bir var oluş deneyimidir bu. Lakin binlerce yıllık iktidarların, otoriter yapıların, doktrinlerin, dogmaların, baskın kültürel kodların, mutlak moral değerlerin, inanç sistemlerinin, tarihsel olayların etkilerini hesaba katmazsanız, var oluşla ilgili bütün deneyimleriniz ve çözümlemeleriniz eksik kalır. Baker’ in bu topraklarda bütüncül ve huzurlu bir var oluşu deneyimleme şansının olmadığını fark ettim. Ben buna ‘Baker İronisi’ diyorum.

Fotoğraflarında o kadar sakin, o kadar dingin görünüyor ki. Oysa üçüncü gözün gördüğü bambaşka: Tarihsel huzursuzluğu, kültürel mutsuzluğu gülümsemesine yansımış, içsel yorgunluğu bakışlarında yoğunlaşmış bir yüz onunki. Yıllardır beslendiği, entelektüel açıdan tatmin olduğu bir damar var, çünkü somut kanıtları var; metinleri. Peki Baker fotoğraflarında ve metinlerinde olmayan ne? Bence Deleuze’ün rahatlığı, hafifliği, yaşama sevinci. Kuşkusuz Baker’le Deleuze arasına çektiğim, dahası yakıştırdığım masum bir çizgi bu. İtiraf ediyorum: yalnızca beni bağlayan “öznel” bir çizgi. Ancak, kalben hissedebilenleri derin nedenlere götürebilecek de bir çizgi... Deleuze’ün entellektüel rahatlığı ve yaşama bağlılığı, aslında onu oluşturan kültürün gücünden kaynaklanıyor. Omuzlarındaki yükü tek başına taşımıyor; ait olduğu toplumun desteği de var. Asıl avantajına gelince; sokaklara savurduğu sözlerin genişleyerek kendine geri dönebilmesi... Baker’ in omuzlarında biriken yükü ve mutlak yalnızlığını fotoğraflarından hissedebilirsiniz.
Zihnimde canlanan bir resim, Baker gerçeğini öteki gerçeklerden ayırmak istercesine, ağır ağır beliriyor: Uzun içki masasının bir köşesinde Baker oturuyor, masa arkadaşları konuşuyor kahkahalar atıyor, Baker çekingen gülümsemesini dudaklarından eksik etmeden onları izliyor, arada birşeyler söylüyor, ama daha çok dinliyor, dinlerken sigarasından derin nefesler çekiyor. Konuştuğunda dudaklarından Leibniz, Spinoza, Nietzsche, Kant, Marx, Deleuze vs. dökülüyor. Ne var ki, Baker’i var ederken yok eden verimsiz bir kültürün içki buharına ve sigara dumanına bulanmış atmosferinde acıklı acıklı dökülüyorlar. Baker’e aitler ve fakat meyhanede karşılıkları yok; daha çok boşlukta salınıyorlar, çaresizce yere düşüp parçalanıyorlar. Baker, filozofları açık bir kavrayışla, derin bir içselleştirmeyle konuşturuyor. Dili en çok Spinoza’nın diline karışmış; kültürler ve zamanlar üstü bir itkiyle, büyük bütünle bir olmanın peşinde koşan bir varlığın diline bürünmüş. Ben buna ‘Baker Paradoksu’ diyorum.