Yıllar önce İFSAK'ta bir söyleşide usta sıfatını kolaylıkla almış bir fotoğrafçı -ismi önemli değil, bu ülkede yaşama dokunan, uzun soluklu çalışma gerektiren, bir soruna değinen, bir sorunu açığa çıkartmaktan çekinmeyen, ilkeli, cesur bir çalışmaya imzasını atmadan usta kimliğini alan epeyi fotoğrafçılardan biri- Sebastiao Salgado'nun fotoğrafları üzerinden bir söz kurdu. Serra Plata'da maden işçilerinin fotoğrafları üzerinden orada kendisi de olsa aynı fotoğrafları çekebileceğinden bahsetti. Kolay sanıyordu. En önce, kendisi bu memlekette hangi soruna el atmıştı da böylesine küçümseyici bir ifadede bulunuyordu?

Afrika'daki kahve üretim alanlarındaki işçileri, şeker kamışı işçileri, maden işçileri, çelik işçileri, şeker kamışı işçileri, gemi söken işçileri, açlıkla terbiye edilmiş, çamura, petrole, cürufa bulanmış kalabalıkları çekmiş bir fotoğrafçıydı Salgado. Hindistan'daki tuğla işçilerinden, İspanya sahilindeki Vigo kasabasında endüstriyel balıkçılığa direnen balıkçı ailelerini saymıyorum bile. Onun nasıl bir fotoğrafçı olduğunu açar okursunuz, ben küçük bir hikâyeyi aktararak anlatayım:

O da bir hayalet. Sainte Elie halkı, ölüler dahi kalmak istemediği için mezarlığı bile olmayan bu terk edilmiş madende taşları öğüterek çamurların içinde yaşamayı sürdüren birkaç ihtiyarı böyle adlandırıyordu.

Bu madenci yarım yüzyıl önce çok uzaklardan geldi, Cayeno Limanı'na vardı ve vaat edilmiş toprakları aramaya girişti. O dönemlerde burada altın meyveli bahçe çiçeklenmişti ve altın, açlıktan ölen herhangi bir yabancıyı kurtarıp iyice tombullaşmış olarak evine geri yolluyordu; tabii eğer talih yardım ederse.

Talih bunu istemedi. Ama bu madenci burada yaşamayı sürdürdü; bir paçavradan başka elbisesi olmadan, hiçbir şey yemeden ve sivrisinekler tarafından yenerek yaşadı. Hiçbir şeyi arayarak, eleğin önüne oturup, güneşin acımasızlığından ancak koruyabilen kendisinden daha ince bir ağacın altında günbe gün kum eleyerek yaşadı durdu.

Sebastiao Salgado hiç kimsenin uğramadığı bu kayıp madene vardığında onun yanına oturdu. Altın avcısının yalnızca tek bir dişi kalmıştı, konuşurken ağzının gecesinde parıldayan altından bir diş:

"Benim karım çok güzeldir," dedi.

Kırık, silik bir fotoğraf gösterdi.

"Beni bekliyor," dedi.

Kadın yirmi yaşında.

Kadın, yarım yüzyıl önce, dünyanın bir yerinde yirmi yaşında.

Zamanın Zamanları başlıklı bu yazıyı Eduardo Galeano, Zamanın Ağızları kitabında yazdı. O usta fotoğrafçının(!), fotoğraf çekmekten başka biraz da okuma tutkusu olaydı, öylesine boş laflar ederek böbürlenmezdi.

Zamanın bir yerinde, zamanın çok uzağında dünya griydi. Tanrı'dan renkleri çalan İshir yerlileri sayesinde şimdi dünya parıldıyor ve dünyanın renkleri bakan, gözlerde ışıldıyor.

Ticio Escobar, İshirlerin günlük yaşamından sahneler çekmek için çok uzaklardan gelip Chaco'ya yolculuk eden bir televizyon ekibine eşlik etti.

Yerli bir kız çocuğu ekibin yönetmenini takip ediyordu; bedenine yapışmış sessiz bir gölge gibi, çok yakından gözlerini yüzüne dikip bakıyordu; sanki onun tuhaf mavi gözlerine girmek ister gibiydi.

Yönetmen, kızı tanıyan ve dilini bilen Ticio'nun yardımına başvurdu. Kız açıkça söyledi:

"Şeyleri ne renkte gördüğünüzü bilmek istiyorum."

"Seninle aynı renkte," diye gülümsedi yönetmen.

"Benim hangi renkte gördüğümü nereden biliyorsunuz?"

Bu yazı, 'Bakış Açıları'nı bile bilmeyen usta fotoğrafçılara(!) ithaf olsun.