1970’li yılları düşündüğümüzde aslında burjuvazi ve sosyalist bireyler ya da Aydınlanma Düşüncesi arasında kurulan ittifakın zorunlu olarak dağıldığını görmekteyiz, sonuçta her birisi kendi yönünde bilinçli olarak ilerlemekteydi ve burjuvazi siyasal korkularının doruk noktasındaydı: Neydi mesele?

İşçi sınıfı siyasal iktidara meydan okuyordu ve aydınlar kaçınılmaz olarak yeni bir düzenden, yeni bir rejimden, farklı insanlık ideallerinden söz ediyordu, sanat ise kaçınılmaz olarak sürükleniyor ve safını seçmek zorunda kalıyordu. Eczacıbaşıların Sinematek Derneği’nin ayrılmasının nedeni budur. Onlar saflarını seçtiler ve yeni dönemde bir ailenin bir konsere gitmesi için gerekli olan para bir konsere karşılık gelecek şeklinde şaşaalı ve Avrupai bir İstanbul Sanat Festivali’ne doğru dümeni kırdılar.

Sinematek ise devrimcileşti ve radikalleşti.

1980’ler geldiğinde gördüğümüz şey şudur: Yeni dönem burjuvazinin iktidarını bu ülkede tesis ettiği ve işçi sınıfının kan ağladığı bir dönemdi, bu geçmişin aydınları ehlileşmiş, radikallikleri törpülenmiş, artık dernekte ideolojik kimlikleri ile var olamaz olmuş ve burjuvazinin temsilcilerinin önünde ceketlerini ilikler olmuşlardı. Şimdi aydınlar burjuvazinin işçileriydi ve işçi sınıfı gibi davranmayı bırakın değişik bir kapıkulu olarak hizmetleri karşılığında ücretlerini alacak ve elbette burjuvazinin ideolojik kimliğine dokunmadan “nezih memur gibi!” rolünü oynayacaklardı.

Artık sansür doruk noktasındaydı, seçici akıl olarak aydınlar şimdi hizmetlerini zihinlerine yerleşmiş iktidar fallusuna boyun eğmiş, onunla çatışmadan ve elbette tabii olarak vereceklerdi. Yeni dönemin starının Hülya Uçansu gibi sanatsal ve estetik kimliği olmayan ve elbette sanat için estetik ideolojilerle herhangi yapıcı seçici ve kurucu kimliği olmadan iletişim kuracak ve hayatla ilişkisi beyaz Türklere hizmet vermek için yabancı dil bilen(?) genç Avrupai bir yüze sahip ve sosyete içinde sırıtmayacak ilişkiler düzleminde hareket edebilen biri merkeze taşınacaktı. Geçmişin aydınları geçmişte kusur işlemişlerdi, işi biliyor olabilirlerdi, sanat dünyasında daha saygın olabilirlerdi, ama ideolojik zehirlenmelerden dolayı merkezde bulunmaları sakıncalıydı.

1980’li yıllarda keskin bir sansür festivalde karşımıza çıktı: Bu sansürün olmadığını, sanatın doğası gereği sansüre karşı yüzyıllardır bir özgürlük mücadelesi verdiği gibi tüm açıklamaları unutun; saçmadır, yalandır, sistematiktir ve her gün karşımıza çıkar, burjuvazi sansürsüz yaşayamaz. Modern toplum burjuvazi ile farklı bir sansür mekanizmasını sistematikleştirerek piyasaya sundu, burjuvazi piyasayı kontrol etmeden ayakta kalamaz. Bunları diyorsak, o zaman festival yönetiminin uzun yıllar boyunca yaşadıkları garip sansür olayları için ne diyeceğiz? Tek şey, görünen sansür ve iktidarın baskısının net ve dışarıdan olduğu sansür herkesin maruz kalabileceği bir şey, ama eğer sansür iktidar formatında gelip zihninize girmişse, bütün benliğinizi yöneten aklınız vicdanınız bu iktidarın fallusunun gölgesini kabul etmişse, yani seçici akıl büyük oranda burjuvazinin yasalarını üst sınır olarak kendine bellemişse...:

İŞTE 1980-90’LARIN ALAMETİFARİKASI BUYDU, SANSÜRÜ BİZZAT SİVİL GÖRÜNÜMLÜ KURUM SEÇEN, ŞEKLİNİ BELİRLEYEN VE ELBETTE TOPLUMLA İLİŞKİLERİNİ ÇERÇEVE İÇİNE ALAN ŞEKLİYLE KARŞIMIZDAYDI.

1960’LARIN BÜTÜN İDEALLERİ YENİLGİYE UĞRAMIŞTI VE BURJUVAZİNİN İDEOLOJİK HÂKİMİYETİ SANATI BİAT ETTİRMİŞTİ, SANATÇI KENDİNİ GÜÇSÜZ HİSSEDİYORDU, TOPLUMSAL DESTEĞİ YOKTU VE TÜRKİYE YENİ DÖNEMDE RUHSAL TÜKENİŞİ YAŞIYORDU. VİCDAN YÜKTÜ VE HATTA AKIL BELA DAVETİYESİ ÇIKARIYORDU, ÜNLÜ 19. YÜZYIL RUS OYUNU HAYATIMIZIN MERKEZİNE GİRMİŞTİ: AKILDAN BELA...

Şimdi bunların meyvelerini topluyoruz: Uyuşmacılığın ve elbette sığıntı olmanın ürettiği sorunu: Karşımıza iktidara isyan edemeyen ve onun güncel ihtiyaçlarını çağdışı olarak nitelese bile onunla çatışamayan bir tavır.

Türkiye’de aydın ve sanatçı iki nedenle genel olarak sinik tavır alır:

Varlığı ve varoluş alanı, topluma dayanmaz, iktidardan destek alır.

Varlığı ve varoluş alanı, toplumsal direnişten gücünü almaz, iktidar karşısında korunmasızdır.

Varlığı ve varoluş alanı, toplumsal direnişten güç almayınca aslında topluma seslenmediği için zaman içinde iktidarla çatıştığı zaman, bizzat toplumsal olarak kendini yalnız ve biçare hisseder, toplumsal güçleri harekete geçiremez, aksine toplumda mündemiç olan bazı karanlık güçler bizzat iktidar tarafından ona karşı kullanılır, sivil tehdit olarak karşısında onları bulur.

İşte burjuvazi ve sanat ilişkisinin tarihimiz içindeki genel seyri budur.

Tarihin ironisi üzerine küçük 2 not:

1. Zeki Demirkubuz 1994 yılında festivalin ödülünü reddetti, 12 Eylül’den sonra bu ülkede çekilen acıların pazarlandığını ileri sürdü ve elbette sonuna kadar haklıydı. Bu bilinen ve kamuoyuna yansıyan hali, ama yansımayan hali şuydu, sonrasında festivale filmleri seyretmek için başvurduğunda şiddetli bir tepkiyle karşılaştı, “O da kimmiş” diyorlardı ve olup biteni kendilerine yapılmış bir hakaret olarak algılamışlardı. Bugün onun üzerinden 21 yıl geçti ve Demirkubuz jüri başkanı ve basın toplantısında siyasal bir duruşu dillendiren ve iktidarı tefe koyan, iktidarın eylemlerinin ardındaki mantığa değinen tek sanatçıydı.

2. 70’lerin bütün dünyada ayrıksı eylemi, sansüre karşı yürüyüşün öncüsü Sine-Sen idi, bugünde Sine-Sen eylem çağrısının merkezinde duruyor, ama tarihsel olarak bu eylemi nitelerken genel olarak “ünlüler” ve “artistler” söylem olarak merkeze alınıyor.